Yaşama Sırasında Ayağına Batan Dikenlere Aldırma

Cümlenin ortasında yalnız kalmış bir harf gibi uyandım. Uyandığım yer neresiydi, bilemedim. Cennette gibi hissetmiştim. Evimdeymişim.

Seni sevmiş miydim? Belki.

Belki de kiraz ağacından düşen bir çocuğun düşlerini idrak edebilme yetisi ile donanmış olmalıydı kimliğim. Sorguluyorum.

Düşen bir çocuk ne düşünür ki? Ölümün ne olduğunu bile bilmiyor. Ne güzel. Belki de daldan alamadığı kirazı.

Ama sen ve ben, ölümün var olduğunu biliyoruz. Gelecek için hiçbir girişimle ilgilenmiyoruz.

Mutlu musun? Belki, yıllardır bu soruyu soruyorum. Soru aynı, insanlar ve cevapları farklı. Gerçi cevabı evet veya hayır olması gereken bir sorunun kaç farklı cevabı olabilir ki? Belki de milyonlarca, hayal gücüne bırakıyorum.

Anlık düşüncelerimden yoruluyorum. İlgiyle yoğruluyorum. Yanlış anlaşılmak konusunda ilginç anlara şahit oldum. Onlardan herhangi birinden bahsetmek istemiyorum.

Bir uyku gibi hissizim, derinleşiyorum. Sonrası mahut hikaye, bir kalp krizi semti ziyarete gelir, bir ambulans sireni sessizliği gücendirir.

Gece saatlerinde ağaçlara tırmanan insanlardan olma. Gecenin tam ortasına uzan, parmağını eğlenceye aç bir çingene gibi şıklat, sokak lambalarını yak, bu gecikmiş baharın hakkı olan ateş, can yak, yalın ayak korlarda gez, kırları kıskandır.

Yanlış olan bir ton şey yap, yanlışın yanılmaktan türemediğini topluma ispat et.

Eğil, kulağına bir şey söyleyeceğim.

(Çok sevil, sevildiğini bilme, böylesi daha iyi.)

Bir Takım Sorunlar; Geçti Ama Etkisi Hala Üzerimde

$RL1ICJS.JPG

Çaresizlik her zaman en iyi çare oldu hayatımda. Neye karar veremediysem, neyden kaçmaya çalıştıysam, neyden sıkıldıysam çaresizliğimin arkasına saklanıp medet aradım yaşadıklarımdan ve yaşayamadıklarımdan. Keşkelerle dolu bir hayat yaşamadım, ama iyikilerim de fazla değildi. Ne kadar zıtlar birbirlerine değil mi, yaşamak ve yaşayamamak. Bunlar ne kadar zıtsa birbirlerine ben de o kadar zıttım yaşatamadıklarımla. Krizi fırsata çevirmeye fıtratım elvermedi. Yapamadım.

Hayat kelimesi her zaman en son bende hayat bulmuş gibi hissediyorum. Bazen sırf bu yüzden kendimden nefret ediyorum.

Bazen kendime bir mahkeme kuruyorum orada kendimi yargılayıp asıyorum. Suçlarım yenilir yutulur cinsten değil. Bazen mahkemede yargıcımın insafına kalıyorum ama kendime acımıyorum. İnsanın kendine acıması en büyük mutsuzluktur demişti birileri. Neden böyle demişlerdi ki. Belki de bir kalıba oturtmamak lazım kelimeleri. Bence ortada bir konu olmadan da konuşabilmeli insan.

İnsan konuşabilmeli ve koşmalı da aynı zamanda. Konuşabildiği kadar koşmalı yani. Yollar koşmak için var.

Bir yerden bir yere varabilmek kolay. Varamayacağına, yerini bilmediğine koşmak zor. Bu zor diye diğer diğer her şey de kolay değil ama. Mesela insanın babasını kaybetmesi kolay değil. Kendini kaybetmesi kolay değil. İnsanlığını, vicdanını kaybetmesi kolay değil.

Neden kolay olanların peşinde değiliz de zorlar bataklığında çırpınıyoruz. Zoru ilk kim sevmiş.

İlk kim sevmiş birbirini bir çıkarı olmadan. Kim yalanlamış ilk birbirini sevenleri.

Benim en büyük suçlarımdan biri yaşamak diğeri yaşatamamak. Ne yaptıysam o avucumun içinde çırpınan kuşları yaşatamadım. Oyuncaklarımı,denizleri ve köprüleri yaşatamadım.

Ben beni sevemedim. Sevemedim diye benimle bir şeyleri yaşatamadım. Kendim de yaşayamadım. Ben sevmedim diye yaşamadım. Ben yaşayamadım diye yaşatamadım.

Kalitesiz Filozofun İdam Sehpasında Son İsteği: “Bir sigaranız var mı?”

IMG_9780.JPG

Söndürülmek üzere yere atılmış ve üzerine basma gereği görülmemiş bir izmarit gibi düştüm asfalta. Bu Tanrı tarafından gökyüzünün 7. Katından atılmış ve yere düşene kadar sönmemiş bir izmarit. Tanrı bile üzerine basma gereği görmemişken asfaltın soğuğundan sönmek ne demek anlayabiliyor musun? Kendiliğinden sönmeye başlayan bir hayata sahipsin demek.

Hayatım boyunca rüzgar nereden estiyse oraya savruldum. Her neyse bu tirat uzar bu şekilde.

Film sektörünün her şeyi ajite etmesinden bıkmışım, son saatlerimde anlıyorum.

Bu hastalık.

Biri bulup beni kaldırmalı.

Var etmeli, yok etmeli, semadan bir el uzanmalı.

Böyle ölmemeliyim. Neden ölüyorum ki? Bu kadar anlamsız düşünceye sahip insan varken bu kıymetli düşüncelerin sahibi ben. Neden ölüyorum?

Ah, yine kibirli davrandım. Özür dilerim. Atalarımdan kalan bir miras bu kibir. Bundan kurtulmalıydım. Ama bu zamana kadar tüm rezil duygularımı bastırmaya çalışmıştım. Yok olmamışlar.

Kalitesiz bir filozof olduğum konusundaki söylentileri de sanırım kabul edebiliyorum artık.

Ölürken, kimsenin değer vermediği düşüncelerin sahibi olduğum gerçeği ile yalnız kalmışım da haberim yokmuş.

Burası biraz soğuk olmaya başladı.

Sen üşümüyor musun?

Kişisel Bir Mesele Bu; Özür Diliyorum

Nerede ve nasıl yaşadığımın farkında olamıyorum. Sevdiğim veya sevmek zorunda olduğum kişilere karşı hislerimin gerçekliğinden şüphe duyuyorum. Her şey kafamın içindeki o büyük kaosta kayboluyor.

Yaratılmış her insandan ve eşyadan özür diliyorum. Az önce doğdum, biraz sonra öleceğim. İntihar mektubumu beşikten yazıyorum. Basit duyguların inanılmaz karmaşıklığı içinde boğuluyorum.

Dertlerim boyumu aşıyor, yoğunluğu benden fazla, yüzemiyorum. Yüzeye çıkmak için her kulaç attığımda biraz daha yoruluyorum.

Farkında değilim ne yaşıyorum, sadece yazıyorum. Ne yazıyorum, kime, neden, ne amaçla yazıyorum, bilmiyorum. Belki de düşünce felçlerim sıklaştı bu aralar, ne yaşadığım hakkında en ufak bir fikre sahip olamıyorum.

Hiçbir saniyeye hakim olamıyorum. Bunu normal de karşılıyorum, fakat her geçen saniyenin gömleğinden tutmaya çalışıyorum. Züleyha gibiyim. Haksız bulunuyorum. Yusuf gibiyim cezayı ben çekiyorum.

Binlerce yıl yaşamış peygamberler gibi hissediyorum.

Küçük bir çocuk gibi, hiç beklemediğim anda bir maganda kurşununa kurban gidiyorum.

Bırakın yakamı, ellerimi tutmayın, yangınım bulaşmasın size, ben tek başıma, derya denizlerin ıslatmaya cürmü yetmediği bir çölde geçmişime sövüyorum.

Geleceğimi özlüyorum.

Neden diye sorduğum her cümlede bütün harflerden özür diliyorum. Nihayet, geldim işte, buradayım. Uçurum yok hemen bir adım ötemde, şartlar elverişsiz. Ama kendi isteğimle, kendi yöntemimle, kendi kendime ölüyorum. Yaşamak için yaşamı elinden aldığım her nesneden özür diliyorum.

Cesedimde kargalar, ziyafetlerine sunmak istediğim et daha fazla olmalıydı, ben çok zayıfım, yüzümde on kişilik bir gülümseme, yalnızlıklarım içimde, gidiyorum. Hoşça kalın, çürüyorum.

Kara Tahta Yazıları-12

Bizi belki biraz kadınlar anlar diye düşünmüştüm. Aslında anlaşılmayı beklemek yerine anlamaya uğraşsaydım hedefime biraz olsun yaklaşmış hissedebilirdim. Bu neyin işkencesi düşündün mü hiç? Yemek yemek seni ne kadar iyi hissettirebilir? Çok soru soruyormuşum gibi görünüyor olabilir. Sizinle aynı görüşte değilim. Yani genelde de böyle zaten. Sadece bazı zamanlarda gereksiz bir kibarlık ortaya koymam gerekiyor. Siz de bundan sıkılmış olmalısınız. Yapmacık davranmak, yalan söylemek, hile yapmak, riya ve dedikodu sizlerin olsun. Eğlenin doyasıya. Sizinle aynı gülüşte değilim. Ayaklarınızı koyduğunuz yere dikkat edin, sarı çizgiyi zaten geçtiniz. Boşuğa basmaya çalışmayın, yapamazsınız…

Şanssız Kuş

Göç mevsimi geldiğini zannetmiş, kocaman bir ovada yankı, yalnız kuş çığlığı

saat, 3.25

Ben hala sensizliğin buruk gölgesiyle boğuşmaktayım. Gölgeleri yok etmenin bir kaç yönteminden birini deniyorum, ışıkları kapatıyorum. Aklı selim düşünceler içerisinde bir deli gibi dingin düşüncelere boş oltalar sallıyorum.

Sen yalnız kalıyorsun. Her günahından aklanmayı, üzerindeki siyahlardan kurtulmak sanıyorsun. Makyaj yakışıyor. Güzel görünüyorsun. Eninde sonunda kadınlığı öğreniyorsun. Yalnızlığınla yalınlığa saldırılar düzenliyor, yaralıyorsun. Beni kolay lokma sanıyor, yanılıyorsun.

Sensizlikten bitap düşen bir ben varken, kendini er ya da geç birine bırakabileceğini mi sanıyorsun. Sen bu kadar ben olmuşken, sadece kendine mi kalıyorsun, seni benden çalmaya mı çalışıyorsun?

Bana bunca eziyeti reva görürken, geceleri güzel rüyalara mı dalıyorsun? Merak etme. Her şey iyi olacak.

Uykularından kaçmaman için zihnine yardım edeceğim. Her kabustan seni hülyaya ben götüreceğim. Belki delireceğim. Ama bil ki seni en çok sen olduğum zamanlarda seveceğim.

Bir Duvar Önümdeki, Ardı Aşk Sonrası Yunanistan!

IMG_2213.JPG

Dağları ruhani fiillerin çekimi, her adımda bileklere kadar su

Hayalimin Yunanistan’ı

Zemin eğik, bu nasıl yerçekimi, bu ne kepazelik!

Üç yüz bin bilek var belki memlekette

Hiçbir yurttaş boğulmaz burada, işsiz kalacak cankurtaranlar

Bir derdi yoksa, bir kaşık da bulamadıysa

Boğulamayacak memurlar, tornacılar, pastacılar

Su bileklerlere kadar, belki üç milyon bilek var.

 

Herkes her an tatilde, akıllar yerinde yalnızca akşamüstleri

Yağmurla dolu zemin su, boğazına kadar dolu, aklımda bir fikir O,

Bir engel var, arkasında belki binlercesi daha

Ama görünen bir taneyse, sadece bir tane var.

Sınır kapısı bir denizde değil, her denizde

Bir karartı var, -belki güneşten- her benizde

Sadece bir duvar, yüz ve geç, önümde üç çift yüzgeç

Suyun altında, bileklere kadar olan suyun altında

Kafam denizde, dağlarda bileklerime kadar su!

 

Elde kalan onlar basamağından borç

Borca karşılık verilen onca düzen istilası soru, bıktık artık.

Hayalimin Yunanistan’ı

Bir çöplük denizi

Dağları tepeleri berrak su

Bir karış suda, üç balık, pulları sedeften

Kafam denizde, dağlarda bileklerime kadar su!

Kanatları mı onlar, yoksa yüzgeç mi, uçan balıklar mı görüyorum?

 

-Berraklığa rezilliğimiz karışmasın diye, lütfen suyunuzu yalnız içiniz!-

 

Sonra masada oturuyor

Yanında bir arkadaşı, bir de O

O değeri olduğundan değil, toprağından, sırrından O

Oyunlar, eğlenceler, bir de yasalar ortada, dökülmüş

Yasaklardan değil, horasan harcından taş duvarlar, etraf buz

Cep delik, ruhlar delik deşik, alıntılar, çekinceler, inceden zikirler

Bir de arkadaşız üstelik, dünya bir araya gelse düzeltemez

Bunca arsızlığı, ama yine de gelsin bir araya, desin ki;

“Bu ne hengamedir ulan!” hep bir ağızdan

 

Malumunuz devir kötü, evlerimiz temiz olmalı, yataklar düzgün,

Yanlış ismiyle yerleştirilmiş yüzümüze demirden bir yargı

Bu üzerindeki ağırlık da ne? Ne bu oradan buradan çıkan tahta saplar,

Ne bir tırpan bu sapların ucundaki ne bir kargı,

Belki bir arkadaşın diğerine olan aşkı.

 

Dilsiz bir oğulun gözlerinden düşen ağıta

En sevdiği günde kaybolup duran yosun rengi buluta

Azgın şelalenin ipek dokusuna

Aldanıyor, neden aldanıyor sanki, yoksa aldatan mı var?

 

Zaten ben henüz yolda değilim, ama yürüyorum.

Papalouka çıkmazında, yıkık bir duvarın keskin taşları arasında

Bir arkadaştan, hayal meyal hatırladığım bir mektup arıyorum.

Mektup bir hayli sıcak! Uzağa gitmiş olamaz! Ama ne taraftan!

 

Hoşça kal hayalimin Yunanistan’ı

Bir kaşık lazım şimdi bana, bir de su.

Memurlar için paydos vakti, saat beşi buldu!

Kara Tahta Yazıları-11

Düşüncelerimi dile getiremediğim zamanlarda daha sağlıklı düşünüyormuşum, bunu farkedeli çok uzun zaman olmadı. Çok çabuk fikir değiştiren biri olmadığımı söyleyemem. Ama eleştirmeyin, sizin galiba biraz dinlenmeye ihtiyacınız var ve de düşünmeye. Evet sizi kastediyorum. Rollerinizden sıkılmış olmalısınız. Sizi kimsenin bulamayacağı yerlere gidin ve zorunda olduğunuz şeylerden biraz sıyrılmaya çalışın. Bunu başardığınızda cenazenizde ön saflarda olacağıma söz veriyorum.

Hangi Harflere Saklandıysan, Çık Ortaya

 

IMG_9750.JPGBirkaç uğultu ile irkiliyorum, sesler tanıdık, biliyorum. Ama burada olmamalılar, şaşırıyorum. İçimdeki büyük boşluktan geçmişin yankılarını mı duyuyorum acaba? Korkuyorum. Tüm sevgilerimi içimde söndürdükleri ateşe atıyorum, bir ihtimal tutuşur belki, bekliyorum. Ezilen gururumu yıkadım astım, kurutuyorum. Kuruntu yapıyorum belki de, bilmiyorum.

En yakında duran yetmişlerinde bir ihtiyara saati soruyorum, afallıyor. Saatin benim için ne önemi var diyor. O anda anlıyorum. Bu zamana kadar geçirdiği binlerce dakikadan biri bile kıymetli gelmiyor ona, fark edebiliyorum. Öylesine geçirilen zamanlardan böyle pişman mı olacağım? Öyle olmamasını umuyorum.

Uçakların kanatları iniş için açılıyor, bildiklerimle birlikte bilmediklerim de yere inecek. Yerini, zamanını bekliyorum.

Dudağımda eski bir türkü, bir yandan mırıldanıyor, bir yandan dinliyorum. Galiba hayatımın her saniyesini saymamalıydım, yoruldum, dinleniyorum.

Orada biri mi var? Dinlendiğimi hissedebiliyorum. Sadece bir gölgeymiş. Gölgeleri seviyorum. En çok senin gölgeni seviyorum. Işığından kurtulmana üzüldüm. Zaten ben de bir heykeldim. Devrimin eşsiz notaları ile birlikte devriliyorum.

Günaydın, yeni dünya, geceye karışıyorum.

Bütün Günahları Saklayın; Geleceğim

IMG_9633.JPG

Hangi köprülerin altından aktı acaba kimliğim? Ben nereden geldim? Nereye gitmekteyim?

Nezih düşünceler ırmağında bir sivrisineğim. Neden düşüncelerimin içine girmekten acizim?

Yalnız kalma fikrim bu kadar yüceyken neden plastik bir bedende sahte dürtülerin tuzağına gitmekteyim?

Ezgilerim seni söylemese de şarkı sözlerimin anlamlarını tamlama isteğin yersiz.

Düşüncelerin yere batsın. Ben bir köstebeğim.

Evvelden aciz bir gelecek kaygısından hallice varlığım.

Ben hangi iki bilinmeyenli denklemin sabitiyim? En derin düşüncelerimde nereden bu matematik hallerim?

Neden bir domates reçelinden alınan tadım var?

Ne zamanım ne takatim var. Ben artık zifiri karanlıkta bir yağma düşüncesiyim.

Işığın varlığını örttü tüm kötü düşüncelerim. Yakamı bırakın! Ben sizden değilim.

Ben kimsenin ezeli rakibi olmak istemedim. Neden artıyor düşmanlığın? Ben kimsenin önemsemediği bir benim.

Zerrelerimden yoruldum, hepsini yok edeceğim. Ben neden kanserim? Bildiklerimden kaçabilme yetisini gösteremeyen benliğim. Peşimi bırakın!

Erken kalkma düşüncesiyle savaşmakta rüyalarım.

Beynimin duraklarında beklenen otobüslerinde neden sarı taksi plakası?

Akranlarımın sadece öncesindeyim. Ben hiçbir şeyi olmayan normal bir beyinim. Yalnızlığımdan sıkıldığımı söylemeyeceğim. Her zaman duyulan klişelerden yoruldu devinim.

Ben artık rüzgarların en seriniyim. Beni uygarlığınızdan azad edin. Dayanamıyorum. Artık sorduğunuz hiçbir sorunun muhatabı değilim.

Yoruldum, yemin ederim, artık sadece tek bir isteğim var. Özgür olmak! Olmak, ya da yok olmak!

Mayın Tarlasında Korkuluk Meyvesi- Böğürtlen

$RYOWNSY.JPG

Bir atlı çıktı çalıların içinden. Çalılar her zamankinden daha dertli şakıdı o şarkıyı kulağımıza. Alelade bir hışırtı değildi o. Sabahın dinginliğini bozacak cinstendi. Acıklıydı, derindi. O atlının kim olduğu hakkında bir fikrimiz yoktu. Sanki çalılık adamı bize tarif ediyordu da dilini bilmediğimiz bir turist gibi karşısında donakalmıştık.

Bize gelince ayaklarımız taşlara basmasın istiyorduk, acıyordu. Dere kenarında yürümeyi aşk acısı sayıyorduk. Ovalarda koşup bahar melodilerinin tüm ezgilerinden faydalanmaya çalışıyorduk. O yeşil çimenleri en zengin villa bahçesinde bulamazsınız. Muhtemelen bir kaç büyükbaş çimenlerin bütünlüğünü bozmak için dertlerini dökmüştü ortaya, biz aldırmamıştık. Yürümüştük bir asır da acının bağrına gelmiştik sanki son nefes gibi, derenin karşısında böğürtlen toplamaya çalışan yalın ayak bir kaç başıbozuktuk.

Belki de hayvanlar bizden daha çok anlıyordu sanattan, savaştan, sindiremiyorduk. Simetriyle inatlaşan varlıklara asimetrik sınırlar çizmeye çalışıyorduk. Devletler kurup, devler yıkıyorduk. Belki biraz beceriyorduk. Yetinmeye çalışıyorduk.

Atlı adam durdu derenin başında, şanslıydı bizi görmedi. Biz de ne yalan söyleyeyim bizi görsün diye hiç uğraşmadık, ama sakınmadık da gürültümüzü. Ya kör dedik adama ya da sağır. Her ikisi de birdi bize göre. Hem bizi görse ne olurdu görmese ne? Belki, belki de o kadar rahat olamazdı, gökyüzünü seyrederken attığı çığlıklarında. Belki de çekingen biri değildi, sadece insanları önemsememeyi öğrenmişti.

Adam gittikten sonra serdik tişörtümüzün önüne yığdığımız böğürtlenleri, bağırırken ne dediğini tartışmaya başladık. Uzun sürmedi. İçimizden en sivri olanı, grubun lideri, bir yıldızın ismini söyledi dedi, kabul ettik. Etmesek de itiraz edemezdik. Sigara ticareti onda dönüyordu çünkü.

Elimiz yüzümüz mosmor oldu. Günlük dayağımızı yemek için evlere dağılacaktık. O günün son görüşmemiz olduğunu fark edememiştik. Bilseydik en azından kırılan tüm heveslerimizin intikamını alırdık da birbirimizden, öyle koşardık eve.

Ev diye döndüğümüz yerin evimiz olmadığını anlayamadık. Bir bomba parladı dibimizde. Her parçamız başka mezara dağıldı. Her birimizin parçalarını karışık birleştirdiler, ortak kullandık toprağımızı. Uyuduk, aylar geçti. En sevdiğimiz mevsime geldik. Tepeyi büsbütün kar kaplamıştı. Poşetlerimizi aldık, kaydık. Hangi yıldızdaydık şimdi? Bir türlü anlayamadık.

Soru Mu Soruyorum? Cevabı Bilmiyorum.

IMG_0905.JPG

Bir sürü soru soruyorum kendime. Hepsinin cevabı aynı, bilmiyorum. Zaten çok az şey biliyorum, konuştuğumdan öteye gidemiyorum. Düşündüğümden derine inemiyorum.

Bekliyorum, okuyorum, dinliyorum, sahipleniyorum.

Zamanla ilgili bütün meselelerden genel bir af talep ediyorum. Kıskançlıklarımı törpülememiş olduğum zamanları geri istiyorum. Bütün insani dürtülerimi bilgelere satmışım, şimdi fark ediyorum. Duygularımı geri istiyorum.

Bilincim bir ıslaklıkla ağırlaştı. Yarı zamanlı her iş görüşmesinde kağıtlara kendimi yazıyorum, çiziyorum. Gördüğüm insanlar beni görüyor mu, bilmiyorum. Aynalarla kahrediyorum kendimi.

Beğenmiyorum. Bu gidişatta sadece özlü sözler cehenneminden cezalar seçiyorum.

Seçilmiş her milletvekilinden kendi vekaletimi istiyorum. Onlara güvenmiyorum.

Önümden geçen her insandan sabun kokusu alıyorum. Sabundan insanlara yağmurlar diliyorum. Eriyen bütün fikirlerden, aşınan bütün dertlerden muntazam bir temizlik bekliyorum.

Gelmeyecek olanları beklemekle geçsede hayatım, hayır diye haykırıyor, kabul etmiyorum. Gelecekler biliyorum. O yüzden bekliyorum. Gelene kadar elimdekilerle yetinmeye çalışıyorum.

Yerleşik Dünya Düzeninde Yenildiğimiz Son Akşam Yemeği

Üretim hatası küfürlerinden kurtulma çaban yersiz.

Her nereden ve nasıl gelirsen bu dünyaya yiyeceğin bir azar var elbette. Bir Tanrı azarlayacak bir de kulu. Hiç bilmeyeceksin kendi ruhunu.

Hep yönetileceksin, hep seveceksin, hep gideceksin, öleceksin. Bunların hepsinin yerini ve sırasını sen seçeceksin. Ya da öyle düşüneceksin. Düşündürecekler. Ama onlar istemeden asla yaşamana izin vermeyecekler.

Ne garip yargılar, ne garip düzen, ne sistem ama ne sistem. Sistemin tek beklemediği galiba sitem. Dışarı ittiği onlarca sitemkarın yerine koymakta bir kaç sahtekar, ya da ne bileyim sözüm ona sanatkar.

Ne kadarı ölümlü, ne kadarı fedakar.

Bu kadar insan farkında değilken nerede yaşadığının, ne uğruna yıllarını harcadığının, sen farkındasın. Sanıyorsun ki bir okyanustasın, hayır, sadece küçük bir kovadasın, kova başkasının elinde, yarın raflarda olacaksın. Tüm bunlara rağmen neden diye sormaya mecalin yok, anlaşılabilir. Gayet anlaşılabilir sıkma canını. Çünkü ben de biliyorum hiçbir şey yapamayacağını, bu düzeni alt üst edemeyeceğini. O yüzden diyoruz ki, raflarda güzel görünmek adına sporumuzu yapalım, güzel kıyafetler seçelim, bir takım seçip, küfredelim. Etimiz bol olsun, mideler dolu.

Yalnızsın, ama yine de neşe dolu.

Doğrun, doğru. Yaşamaya çalış, yenil, asla sevme bu yolu.

Bir Dakika Dur: Aksiyon

IMG_2100.JPG

Sabah saat 5.34

Yalnızlığımın arka sokaklarındayım. İçerdeyim. Bir ayakkabı eskimesi kadar süre geçirdim, su bardağı dibinde. Ordan oraya uçup durdum. Bir ara Galata’nın üzerinden geçtim. Flaşların patlaması için erken bir saatti. Ve ben en büyük ışığı seni bulmak için arıyordum. Seni aramak için öncelikle başka şeyleri aramam gerekiyordu ve bu bana acı vermiyordu. Acı çekmek anlamsızdı arka sokaklarda. Bir halta yaramazdı dizlerimdeki çiziklere homurdanmak. Dikenli tellerden aldığım yaraları boş verdim. Bir adam geçti önümden saat bir hayli geç olmuştu. Adamın elinde koca bir ayna vardı, ben her aynaya baktığımda bir kez daha intihar ederdim. Bileklerimi yalnızlığım keserdi. Bir neşter gerekmezdi bana. Damarlarımda narkoz gezinir dururdu. Geç saatlere kadar kaosta ilerlerdi. Bir polis durdurunca kaybolup giderdi. Beyaz bir çarşafa bin kilowatt ışık değmiş gibi uçup giderdi. Nereye diye sormazdım, sadece gidişini izlerdim.

Sabah saat 5.35

 

Bir Adam, Belki de Terk Edilmiş

IMG_6209.JPG

Her şeye gülüyor. Ne güleç adam.

İçinde hiçbir fırtına kopmuyor.

Hikaye.

Hayat onun için anlaşılan küçük bir meşgale.

Kelime kökenlerinde yaşamak en büyük eğlence. Yanlış konuşurum diye hiç konuşmaması da kimine göre doğru kimine göre saplantılı bir düşünce.

Sadece gülüyor. Acaba aptallıklara mı yoksa komik bulduğu şeylere mi?

Bir kelime et be adam. Seninle mi uğraşacağız.

Çaycı Erol zıpkın. Tutulmuş buna. Yapışıyor yakasına. Konuş, yoksa elimde kalacaksın. Zar zor ağzını açıyor, tam konuşacak, yine gülüyor. Erol adamın gülmesine gülüyor. Bırakıyor adamı. Bir çay getiriyor. Bir de sigara ikramı. Gençliğinde en sevdiği filmden bir kare hatırlamış, Kemal Sunal’ın oynadığı bir filmden. Seviyor adamı hemencecik.

Dikkati üzerine topluyor adam. Yıllardır mahallede. Sesini duyan yok. Haşere çocuklar kendi aralarında konuşurlarken duyuyoruz, geceleri konuşurmuş, yalnız köpeklerle.

Ne dediği meçhul. Sessiz bir adam. Önceden zenginmiş falan.

Hikaye.

O aslında yolda olmalıymış. Nereye gittiği belli olmamalıymış. O aslında yol olmalıymış, nereden geçtiği belli olmamalıymış.

O aslında o hariç her şeyden biraz olmalıymış.

Yazık, o, o hariç her şey olmaya çalışırken, sadece o olabilmiş, ve o şekilde kalmış.

Kazı-Kazan

IMG_9587.JPG

Şiir yazmak için şair olmak yetmez, aynı zamanda tırnakların da olmalı. Kanamalı her bir hücren. Ne kadar beklersen o kadar yara almalısın. Nereden düş kursan en çok oradan kırılmalısın. İnsan, hayata kırılır. Hayatı olana, hayatta kalana, bir şansı olana, hiç var olmamışa, yalana…

En yalnız tarafından misafir olur dost kurşunu. Bir iki kelam etmeden, canını yakmaya çalışır da bir acı kahveyi çok görmek istemezsin, kalkar hemen hazırlamaya koyulursun.

Sen aynı hal üzerine olduğunuzu düşünürken, o aynı halde olduğunuzu düşünür. Alıcı beklemede yarışa koyulur. Canın yanar, üzülürsün. En beklemediğin yerde, en ihtiyacın olduğu zamanda kalkar masadan. Sanki tekrarı olmayan nefeslerden beklersin bir kaç cümleyi de şahadet getirmeye gönlü el vermez.

Ne acı hafızamın derinliklerinde edilen dans. Artık hatırlamak hikmetine eremeyen bir kaç donmuş sinirle kalmış baş başa. Mevsim yaz. Ama gariptir durum. Buzda dans.

Arama Kurtarma Çalışmasında Kurtarılmaya Değmeyen Ruhum

IMG_0205.JPG

Her dakika ölümlüdür. Zamanın olduğu gibi eşyaların da ruhu vardır. Yeni yapılmış bir koltukta, yeninin ruhu vardır. Eski de eski ruhlar.

Denizime kıyı bulamıyorum. Bana bir ruh gerek, arıyorum. Aradığım ruh eşyada mı, zamanda mı, merak ediyorum.

Bir dizi hayalim vardı, denizin cimriliğini fark etmeden önce. Malum teknem çok büyük değil. Vazgeçmek zorundaydım. Suyum bitmişti. İçtim.

Deniz suyu içme dedi birileri. Derken ellerinde bin bir şekil şarap bardakları belirdi. Denizin ortasındayım. Denizimin ruhu var, öyle hemencecik göremiyorum. Bulmak için batıyorum, çıkıyorum. Aradığım şey bir deniz kızı galiba. Yalnızca ıssız denizaltı bataklarında bulursun diyorlar. Kim söyledi anımsayamıyorum.

Sözcüklerimden çıkan sesler kulaklarımı tırmalıyor. Gecenin geç saati, kafamın içinde biri uyuyor hissedebiliyorum. Çigan havaları çalıyor midemde, açlıktan galiba. Gülüp geçiyorum. Geçiyorum. Geçemiyorum.

Yanıldım, bir kez daha düşündüm, daha iyi düşündüm, sağlıklı düşündüm. Yine yanıldım. Ben yeni bir ben yaratıyorum.

Korkuyorum.

Parmaklarımdan kanlar akıyor, acı veriyorum.

Sesler duyuyorum, hissetmeye çalışıyorum. Duruyorum, ışıkların nereden yansıdığına bakmak istiyorum.

Nefes almaya çalışıyorum. Boğuluyorum. Sanki bir ordu kadar insan yapışmış boğazıma benden bir şeyler istiyor. Biri gençliğimi, biri hayallerimi, biri bilmem neyimi. Sanki kaybeden herkes orada ve kaybettikleri şey bendeymiş gibi.

İçlerinden biri farklı, biliyorum. O vermek istiyor canını, bana doğru hamle yapmamasından anlıyorum. Ona doğru koşup yüzünü çeviriyorum. Aradığım ruh o. Ama yüz bin yaşında.

Yazıklar oluyor. Yine yanılıyorum.

John Berger – Kıymetini Bil Her Şeyin

Berger.jpg

Şu sırada içinde bulunduğumuz tarihsel dönem Duvar Çağı. Berlin Duvarı yıkılınca, her yerde duvarlar inşa etmek için hazırlanmış birtakım planlar ortaya döküldü. Betondan, bürokratik, ırkçı duvarlar, gözaltında tutma ve güvenlik duvarları. Duvarlar her yerde umarsız yoksullarla her şeye rağmen nispeten zengin kalma umudunu yitirmeyenleri birbirinden ayırır. Duvarlar ekinlerin ıslahından sağlık hizmetlerine kadar her alanı kat eder. Dünyanın en zengin başkentlerinde dahi görülürler. Duvar, bir zamanlar Sınıf Savaşı diye adlandırılan olgunun çatışma alanıdır.
Bir yanda: akla hayale gelebilecek her türlü teçhizat, kefensiz savaş rüyaları, medya, bolluk, sağlık güvencesi, parıltılı hayatın parolaları. Öte yanda: taşlar, yetersiz erzak, kavgalar, intikamın şiddeti, yaygın hastalık, ölümü kabullenmek ve bir geceyi -ya da belki bir haftayı- daha birlikte geçirebilme kaygısı.
Bugün dünyada anlam arayışı burada, duvarın iki yanı arasındadır. Ayrıca duvar her birimizin içindedir. Şartlarımız ne olursa olsun, içimizden duvarın hangi yanına uygun düştüğümüzü seçebiliriz. Bu iyi ile kötü arasındaki bir duvar değildir. İyi de, kötü de her iki tarafta vardır. Seçim, insanın öz saygısıyla içindeki keşmekeş arasındadır.
Muktedirlerin tarafında korkuya boyun eğme eğilimi -Duvar hiç akıllarından çıkmaz- ve artık hiçbir şey ifade etmeyen bir laf kalabalığı vardır.