Bir Sessiz Çığlık, Adı: Doğa Ana

Buraya attı beni gökten. Etrafımda bodur ağaçlar. Yerde kafatasları, gözlerimde perdeler. Siyah bir zulmet çökmüş ormanın üzerine. Yalın ayak tekmelediğim ölü saçlar, oyduğum gözler belki de güzeller. Göremediğim her sahneye yazdığım bir eleştiri mektubu, aslında o kadar da eleştirilebilir bir film değil. Sahnenin tozu bir elimde, diğeriyle güller getirdim, ellerim dolu. En yakın mezar nerede?

Şimdi şuradan çıksam göklere kadar yürürüm, fakat ayaklarım bu eylemde tarafsız kalma kararında. Bir sürü kulu var, beni neden seçti acaba? Hükümlerinde ayrılık, zaman karanlık, dizlerim ağrıyor, sırtımda en az yüz kilo bir ağırlık.

Göremediğim her sahnede bir oyuncu, topluluğu azınlık, yalnızlığı yalınlık, üstü başı dağınık. Sesler var, çığlık! Kulaklarımla geldim buraya, arkam dağlık, önüm sığ bir derya. Ayaklarımda dövünen ıslaklık.

Her birimiz başka gemideyiz, halatlarından akıyor deniz, dağlara. Bir ton ağaç çekiliyor ağlara. Özür diliyoruz balıklar, yıllardır sağdık sizi, taziyemiz kalan sağlara.

Kaçmalıyım buradan. Uzaklara, çok uzaklara! Çağdaşlarım çağlıyor, cehaletle, önlerinde gezdirdiği hastalıklı kurbanlara. Rol çalmada usta arkadaki, öndeki saf nasıl olsa.

Ölüm gerek yayalara. Evler önünde binlerce tonluk demir yığınlarına saygı hat safhada. Toprak alındı, göklere taşındı, bir kutu içinde oturan zavallılara saygınlık sağlandı. Kağıtlara karşılık bir deprem çağırıyor doğa ana.

“Gel de kurtar beni bu bağnazlıktan!”

Korku Tünellerinde Aniden Çıkan Şeyler Sevimliyse Dahi Korkuturlar

IMG_9741.JPG

Bodrum kat, biraz aşağısı cehennem. Sefil hastaya gün doğuyor, içerisi soğuk ama aşağısı sıcacık. Bir ameliyathane kapısı!

Yarısı karanlık, yarısı aydınlıktan bozma bir koltuk, karşımda iki adam, birinin elinde yalnızlık, birinin kulağında kulaklık. Ameliyathane önü kalabalık, gözlerim sadece iki kişide, diğerleri bulanık. Namaz kılanın önünden geçenle gelmiş bir kaç iblisle birlikte, üç beş çocuk. Etraf dağınık. Üzerinde kefenlerle içeriden çıkanlar var, bıçaklar bellerinde. Dışarısı karışık, ölüsü sağanak, dirisi karanlık.

Birinin elinde bir bardak, yerde yatıyor, bardağı yastık. Yerin altından, en sevdiği grubun konserini dinliyor. Ayaklarıyla ritim tutuyor, üç beş vuruş, sonra sıkılıyor.

Merdivenden bir adam iniyor, elinde bir makine, silaha benziyor. Etrafta bir denek arıyor. Ağlıyor, sızlıyor. Belki de tam şu anda o da bir şekilde kaybediyor.

Tabanca düşüyor, yerde patlıyor, grubun solisti kanlar içinde yere yığılıyor. Bir adam epey kilolu, sırtladığı gibi ameliyathaneyi, sahneye indiriyor. Kalabalığın yüzüne hastane kokusu siniyor.

Adam düşen yerden silahı alıyor, böyle olmasını istemiyor, senaryoyu değiştirmek için bir kaç kez gözlerini ovuşturuyor. Fayda etmez, gözlerini çıkarmayı deniyor, canı yanıyor, beceremiyor.

Madem ki ölüyor:

Elindeki kitaptan bir pasaj okumak için yüksek bir yerler arıyor. Koltuktaki adamlardan birinin yalnızlığına basarak yükseliyor, diğeri kulaklığının birini çıkarıyor.

Gür sesle, daha önce hiç yapmadığı gibi, kendinden emin bir şekilde, bağırarak okuyor!

“Tanrı, içindeki tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır. Evrenin içine gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatın içine insanı yerleştirir. Ve onun içine koyacak bir şey bulamaz. İşte insan denen tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve en anlamsızı kılınışının hikayesi. Evrenin orasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik bir biçimde Tanrı’yla bezerken, ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği unutması gerekmektedir: Hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır.”

Mark Manson – Ustalık Gerektiren Kafaya Takmama Sanatı

 

IMG_9254.JPGŞık Kurbanlar

Sorumluluk/suç yanılsaması (aldatıcı kavramı), kişilere sorunlarını çözme sorumluluğunu başkalarına aktarma olanağı sağlar. Başkalarını suçlayarak sorumluluktan kaçmaksa geçici olarak kafa yapar ve kişiye kendini haklı hissettirir.
Ne yazık ki, Internet ve sosyal medyanın zararlı yan etkilerinden biri de -en küçük bir meselede bile- sorumluluğu hemen bir başkasına ya da bir başka gruba aktarma imkânı vermesidir. Aslında bu kamuya açık suç/utanç oyunu çok popüler oldu, hatta bazı çevrelerde “cool” bulunuyor. “Haksızlıklar” böyle kamuda paylaşılınca sosyal medyadaki diğer olaylardan çok daha fazla dikkat ve duygusal tepki topluyor, kendilerini sürekli kurban sanan kişiler de bu giderek artan dikkat ve sempatinin etkisiyle ödüllendirilmiş oluyorlar.
“Şık kurbanlar” bugün hem sağda hem solda, hem zenginler hem yoksullar arasında pek tutuluyor. Belki de insanlık tarihinde ilk kez, demografik grupların tümü, kendilerini eşzamanlı olarak haksızca kurban konumuna düşürülmüş hissediyor. Herkes de bu duyguyla birlikte gelen faziletli gücenikliğin kafasıyla ortalarda dolanıyor.
Şu sıralarda, ister üniversitede ırkçılık hakkında bir kitap okuma ödevi olarak verildiği için olsun, ister yerel alışveriş merkezinde Noel ağacı satışı yasaklandığı için olsun, ister yatırım fonlarının vergileri yüzde yarım yükseltildiği için olsun; herkes her konuda hemen alınıyor, kendini bir şekilde bastırılmış hissediyor ve öfkeyle patlayarak üzerine dikkat çekmeyi hak etmiş oluyor.
Medya çevreleri de bu tür davranışları cesaretlendiriyor ve sürekliliğini sağlıyor çünkü neticede kârlı bir iş. Yazar ve medya yorumcusu Ryan Holiday bu bu durumu “porno taarruzu” olarak adlandırmaktadır: Medya gerçek bir mesele hakkındaki gerçek bir hikâyeyi duyuracağına, orta seviyede rencide edici bir şey bulmayı, bunu geniş kitlelere duyurmayı, öfke yaratmayı, bu öfkeyi gerisin geri yine kamuya duyurarak halkın başka bir kesimini de öfkelendirmeyi çok daha kolay (ve kârlı) buluyor. Bu durum iki hayali taraf arasında karşılıklı bok atma yankısı yaratarak hepimizi toplumu ilgilendiren gerçek sorunlardan uzak tutuyor. Politik açıdan her zamankinden daha çok kutuplaşmış olmamıza şaşmamalı.
Şık kurbanların neden olduğu en büyük sorun dikkati gerçek kurbanlardan başka tarafa kaydırmalarıdır.

Ayaküstü Yalanlar

IMG_1381.JPG

 

Seninle ben aynı şehirdeyiz

Bambaşka hayatlar içinde

Birer dizgi,

Belki sezgi,

Sığamadık, dışarı taştık

 

 

Seninle ben aynı soydan geldik

Eğildik, büküldük

Birbirimizi görmeden piştik, yenildik

Üzerimizde şakıyan çekiçlere

Hiç lafımızı esirgemedik

 

Seninle ben aynı dertten geldik

Bir kaç fikir vardı aklımızda

Yoğrulduk, yorulduk

Nereden inceldik

Neden koptuk

 

Seninle biz aynı dizeden geldik

Dirildik, delirdik

Bir kaç mısraya sığmadık

Elendik.

Tortularımızdan sıyrıldık

 

Seninle ben aynı evden geldik

Ne bu öfke, ne bu kin

İtildik, yerlerde süründük

Hiddeti birbirimizden esirgemedik

Evrildikçe evcilleştik.

 

Seninle ben yağmurdan geldik

Yüzlere düştük

Çiğnendik, biriktik, ıslandık

Bundan hep nefret ederdik

Kendimizi dizginleyemedik

 

Seninle biz çok yeniydik

Eskinin ruhuna yenildik

Seninle biz iyiydik.

Şimdi sen iyisin

Ben iyiyim.

Kızların Yaratıcıları; İsmini Çalamadı

IMG_6598.JPG

Dünyayı geziyorum. Her kentte seni arıyorum. Bütün meydanlarda oturup alelade bir taşa senin ismini yazıyorum. Ödevim bu olsun, ölmeden bütün şehirlere senin ismini götürmeliyim. Şehirlerin o kirli taşlarını senin isminle yıkamalıyım.

Yıllardır nerede olduğunu bilmiyorum. Dahası, sormuyorum da. Belki doğru zamanı bekliyorsun. Belki beklediğini bile bilmiyorsun. Dert değil. Ben biliyorum. Eninde sonunda bütün geç kalmışlıklarından sıyrılıp geleceksin. Tam zamanında orada olmanı beklemiyorum. Ben seni olduğun gibi kabul ediyorum. Yine de fazla bekletme, yaralıyım, kan kaybediyorum.

Bir ara sokakta gasp etmeye çalıştılar beni. Dilimdeki en güzel kelimeye dikmişlerdi gözlerini, başka başka şeyler söyledim kurtulmak için. Gözlerimden anlamış olmalılar, inanmadılar. Bir isim sordular bana. Tek kelime edemedim. Korktum. Her isim dudaklarımdan seninle bezeli çıkar diye sustum. Seni alırlarsa neyim kalır benim? Milyonlarca sıfırım, solumda birsin. Sen gidersen biriktirdiğim sıfırları nereye sığdırırım? Ağzımı bıçak açmadı, onlarda biliyordu, konuşmayacağım, aralarından biri bağırdı, sesi çok gür, çok bağırdı. Akşamüstü doğan kızlara isim vermekmiş niyetleri, sonradan söylediler. Ama yerdeydim, ismini tozlu yerlerde zikretmedim, kirlenmedi.

Sonra gözlerimi istediler, meğer kızların yaratıcıları onlarmış. Herkesten en değerli şeyini gasp edip, meşru kızlar yaratacaklarmış. Vermek istemedim. İsteklerime kulak asmadılar. Belki kapatsaydım göz kapaklarımı işleri zorlaştıracaktım, belki kurtulacaktım. Ama malesef, gözümü bile kırpamadım. Yıllardır, seni herhangi bir yerde görürsem diye gözlerimi kapatmamıştım. Alışkanlıklarımdan beni kopardılar. Gözlerimi bir torbaya koydular, sirenleri duydum, ayrı taraflara koşuştular. Merhametin adresi değişti, bir damla kan düştü, dümenim oraya devrildi. Tek kelime etmedim inan bana. İsmini söylemedim. Ne geçmişi ne geleceği görmedim. Kördüm artık, yol kenarında dilendim. Duyguları sömürdüm, kendimden iğrendim. Yoruldum, bir kaldırımın kenarında, ulu çınarın altında durdum, dinlendim.

Artık şehirleri kulaklarımla gezeceğim. Bütün meydanlara oturup alelade bir taşa senin ismini fısıldayacağım. Caddelerde haykıracağım. Her sokağı sana çıkarıp, bütün dünyayı varlığınla tamamlayacağım.

Algılarımız Farklı, Alınma

 

IMG_6423.JPGBugünün tarihi farklı, her zamankinden farklı bir gün yaşıyoruz. Henüz ben hariç kimse bunun farkında olmayabilir, fakat farkında olmadığımız şeylerin var olmadığını da iddia edemeyiz. Tarih tereddütten ibarettir. Her tarihçinin kendine göre farklı olarak söylediği yalanlar vardır ve her insan farklı bir tarihçinin yalanını yaşar. Yazılı metinlerden çıkarılan trajedilerin maliyeti yitik sevgilileri yazarın. Yazmak da bir alfabeden türemiştir, yazan da. Aslında hepimizin binlerce ortak noktası var, ve bunun farkında değiliz. Bir kere aynı yazılı metinlerde geçiyoruz. Nereden geldiğimiz önemli olmasa bile neden geldiğimiz konusunda ortak bir fikre varmalıyız.

Saçma sapan konuşulan, yazılan her sözcük sarf edenden intikamını alacaktır. Bu yersiz intikam merakı değil, yazılmışların ve yazılacak olanların hakkıdır. Algıda seçiciyiz, ağrıda seçiciyiz, geçirgeniz. Ne zaman yanlış yerde durduğumuzu hissetsek, o kadar özgürüz işte. Bir bıçağın sırtını ovuyoruz. Ne de acı çekmiş bıçak olana kadar, en özgürümüz o, acı çekmek özgürlükse.

Eski Bir Tanışıklık; Zaman

Zalim bir hayal gücünün ürünü ne olarak hayat bulmaktaysa dünyada, gücün sahibi de insanoğlu demenin bir başka yöntemi zamanın sevilmesini sağlamak. Zahirin hükmettiği her nefesin sıhhatinden zulme karşı gelen sorumlu olmalıdır ki, sevsin, sevilebilsin diye insanları kendi amelleri uğrunda heba etmesin. Her duygu güzelliği, gerçeği sergilemeden öylece bir bulut gibi dağılabilsin. Bu insanın insan olma gerekliliğinin en güzel dışa vurumu, değerlendirilsin. Ne zamandan yana olmalı, ne zamansız olmalı. Başını kaldırıp yağmurun her bir damlasındaki rahmeti boğazından damarlarına ulaştırmalı. Ona gidebileceği en güzel yolun mide olduğu yutturulmalı. Aynı bizler, babalar ve oğullar gibi her nesil nereye kadar yanılabileceğinin farkında olmalı. Her dünyevi derdin devasında hakkın yankısı aranmalı, bulunmadığında darılmamalı. Kuruntulardan kurtulana kadar kuru ekmeğe talim. Ne kötü! Yanlış yaptığımda derdimin adı; talihim. Karşımda olana yanımda olandan daha çok alındım, darıldım, yararı olmayana sarılmak için çok uğraştım. Hangi yılda kaldım, nereye kadar dayandım, umurumda değil. Bende artık gelecek sadece yarın. Memnun oldum. Ben de yarım.

Bir Kardeş Doğurmak; Maçın Adı Yenilgi

CWPM6392 (1).JPG

Hemen her dakika çabalamakla ilgili düşüncelerimin değişimi huzursuzluğa yol açsa da, içimdeki o nevrotik piçin tüm rahatsız isteklerini uygulamaya koymaya çalışıyorum. Kendimle barışamadığımdan ötürü aynalarla da düşman oldum. Gördüğün gibi bir düşman onlarca düşmanlık doğuruyor. Karşılıklı aynalarda düşmanlık sonsuzluğa kadar erişiyor. Erimiyor, yok olmuyor. Işığın varlığını fırsat bilip, yüzüme bir buçuk ton yumruğunu indiriyor. Gölgelerim yerleri siliyor. Silinenle birlikte silinip gidiyor. Hoşça kalıyor.

İlgisiz düşmanlarım var, her bir hücremden davacıyım, biri bunu yetkililere bildirsin. Yetersizliklerimle yetinmeye çalışsa da aynadaki düşmanım, beni can evimden vuramayacak. Henüz beni tanımıyor. Ben onu çocukluğumdan anımsıyorum.  O da o zamanlar benim gibiydi, ne yazık! Bu zamana kadar az olanla yetinmeye alışmış. Dengesiz bir varlık, karşımda ağlıyor, amma da alınganmış.

Bizim savaşlarımızın zamanı da yeri de belli değil anlayacağın. En mahrem zamanlarda kaldırıp dizine vurulan tekmelerden sakın. Hayret, birbimize bu kadar ırak, bu kadar yakın. Hayallerinden korkuyorum dostum. Beni kendi dünyandan ayır. Zalimlik kanında var, yüzündeki o aptal gülümsemeye yakış da benimle konuşurken oradan tanın.

Tüm düşmanlarım, genetik bir devamlılık hatasından yüzlerini kaybetmiş. Şimdi hepsi yüzümü çalmak için aynada pusuda. Gençliğimden vuruyorlar beni, zaaflarımdan, aşklarımdan. Bir an olmalı artık, kaçmalıyım bu rüyadan.

Gözlerinden akan, timsahtan alınmış, beni en savunmasız olduğum zamanda vurmuş, göklere cesedimi yığmış. Gösterisi rolmüş, kendime fazlaca inanmıştım. Beni yanıltmış. Ben baygınken, ruhumu, rüyalarımı, yüzümü çalmış.

Yenildim işte. Görüyorsun. Ama son darbemi her zaman hatırla.

Sessizliğini sinirlendirdim, bana çığlıklarından bir tane yakıştır. Ardımdan tak, takıştır. En dingin zamanımda yaklaş, en savunmasızken. Yanıma otur, af dile.

Affediyorum. Bana benden iyi bak. Öyle hemen yenilme.

8 Dakikalık Yürüyüş Yolunda Yarım Saniye Yaşamak

IMG_6944.JPG

Umut dolu bir günün akşamında yediğim yumruklarla birlikte yerdeyim. Kalkmak için çok uğraştım.

Kaldırımlardan aldığım yardımlarla şimdi ayaktayım. Suratımda bir yumrukla yürüyorum. Hangi kaldırım beni nereye götürecek bilmiyorum. Buraya nasıl geldim hatırlamıyorum. Hızlı adımlarla, başım önde yürüyorum. Nereye gitmek istediğimi bilmiyorum. Yol boyu küçük ayrıntılarla oyalanıyorum. Taşları sayıyorum. Çizgilere basmamaya çalışıyorum. Hangi figürlerin hangi aralıklarla takip ettiğini tespit ediyorum. Bazı ayrıntılar beni delirdiğime inandırıyor, bazıları bana mutluluk veriyor. Ama yine de korkuyorum. Galiba nereye gitmek istediğimi bilmeyişim buna sebep oluyor. Çok net bir şekilde korkuyorum, fazla belli etmeden yürüyorum. Kaldırımlardan iniyorum, karşıdan karşıya geçiyorum. O kaldırımların arasında yürüdüğüm sığ asfalt yoldan nefret ediyorum.

Yolun karşısında taşlar değişiyor. Çizgiler sıklaşıyor. Basmak zorunda kalıyorum. Her çizgiye basışımda biraz daha acıyla başparmağıma yükleniyorum. Ayak ucunda yürümekten hiç hoşlanmıyorum. Ama yine de o kaldırımdan inmiyorum. Çünkü asfalttan nefret ediyorum.

Kendi kendime konuşuyorum. Ellerimle, yürüdüğüm yollara, köşe başlarına insanlar çiziyorum. Bu hareketlerim beni deli olduğuma inandıramıyor. Daha somut deliller bulmaya çalışıyorum. Kaldırımların arasından başkaldıran otlarda deliller arıyorum, çok küçükler, göremiyorum. Asfaltta da olabilir! Göz ucuyla bakıyorum. Bulsam da asfalta inemem, asfalttan nefret ediyorum.

Aklıma gelen düşüncelerden kaçamıyorum ne yazık. Suratımdaki yumruğu kırık parke taşlarının arasına saklıyorum, sabah buradan tekrar yürüyeceğim, oraya bırakıyorum dönerken alırım. Umarım çalınmaz. Devam ediyorum. O yumruğa bağlandım, beni kendimden uzaklaştırdı. Hep böyle bir şey bekliyordum. Şimdi onu eve götüremem. Annemden korkuyorum.

Ayrıntılar konuşmaya başlıyor. Nereden geliyor sesleri? Taşlar “Dışarı basma!” diye bağırıyor, başta biraz ürküyorum. Ayağımın altından kırmızı bir çizgi geçiyor, yüzüme bakıp, “Benden kaçamazsın!” diyor. Ona pek aldırmıyorum, o kırmızı çizgi asfalta düşüyor. Sararıp yok oluyor. Ben kırmızı çizgiye üzülüyorum. Hayatları karartan, insanları birbirinden ayıran, o hain asfalttan nefret ediyorum.

İçimden biri konuşuyor. Duyuyorum. “Asfalta in” diyor. Nefret ettiğim şeylerle yüzleşmem gerektiğini söylüyor. Bendeki bu gerçekçi, problem çözen yanı pek sevmiyorum. Bana çok didaktik geliyor, didaktiklikten nefret ediyorum.

Kafamı tekrar öne eğiliyor. Ama bu sefer duruyorum. Sokağın ortasında aniden önüme çıkan bir teyzeye bağırıyorum. Poşetleri çok doldurmuşsun!

Galiba onları sevdiğimi anlayabiliyorlar. Durduğum yerde kendime hareket etmem gerektiği emrini veriyorum, bir kere bu emrimi yerine getirmesem ömrümce iflah olmam. Biliyorum. Yerine getiriyor, ben ve iç organlarım harekete geçiyorum.

Bana garip gelen şeyler insanlara da gerçekten garip geliyor mu acaba, bunu yıllardır merak ediyorum, kimseye de soramıyorum. Bazen çok gergin oluyorlar, insanları pek sevmiyorum. Ben bazen bazı tartışmalarda sinirleniyorum. Birden bağırıyorum mesela. Kendime kızıyorum, sinirleniyorum. Kendimle küsüyorum. Ama fazla sürmüyor yine kendime geliyorum.

Sonunda yürüdüğüm kaldırım bitiyor. Mecburen o nefret ettiğim asfalta inmek zorundayım. Bir rögar kapağının üzerine basıyorum, özür diliyorum. “Rica ederim” diye karşılık veriyor. İçten bir gülümsemeyle bu ince davranışı taktir ettiğini belirtir gibi. Samimiyet gördüğüm herkese yaptığım gibi yanına oturup onunla konuşuyorum. Her gün üzerine basan binlerce insanın onun farkında olmayışından yakınmaya başlıyor. Muhabbetten hiç hoşlanmıyor, yanından kalkıyorum. Dün rögardan nefret ediyordum, bugün asfalttan nefret ediyorum. Hızlıca yürümeye devam ediyorum.

Karşıma merdivenler çıkıyor. Uzun aralıkları, bozuk yükseklikleri, rastgele merdivenler. Başta buradan çıkmak isteyip istemediğimi düşünüyorum. Merdivenlerin önünde kendimle savaşıyorum. Bir yanım çıkma derken diğer yanım da onu destekliyor. Desteklediği için o yanımı savaşa dahil etmiyorum. İçimde cihan harbi yaşanıyor, kimse aldırmıyor. Bir ateşkes yapıyorum, belli bir süreliğine, çıkmaya karar veriyorum.

İlk adımımda kırmızı çizgi bağırıyor. “Kaçamazsın demiştim!” diyor. Bu sefer ürküyorum. Mehmet Güreli şarkılarından birkaç kelime hatırlıyorum. Onları içimden yüksek sesle söylemeye başlıyorum.

Bir basamak daha! Bu sefer taş, “Tamam artık boşluklara basabilirsin burası serbest bölge.” diyor. Burası neden serbest bölge diye soruyorum. “Yükseldiğin her yer sana serbest bölge” diyor. Bir kaldırım taşı beni yükselmeye yönlendiriyor. Sözlerini ikiletmiyorum. Hızlı hızlı birkaç merdiven çıkıyorum.

Kırmızı çizgi arkamdan bağırıyor. “Yetişemiyorum bekle” diyor. Merdivenin ortasında durup onu bekliyorum. Beraber çıktık yola onu yarı yolda bırakmak istemiyorum.

Kafamı kaldırıp sokak lambasına bakıyorum. Ona sarılmak için içten bir hamle yapıyorum. Kollarımın yetmeyeceğini fark edince çaktırmadan elime bir kumaş parçası geçiriyorum. Isınsın diye sarılma faslını uzun tutuyorum. Benden sonra ona kimse sarılmayacağını bildiğim için kumaş parçasını etrafına sarıyorum.

Merdivenin sonu asfalta çıkıyor. Asfalt bu sefer konuşmaya başlıyor. Ne bu nefretin sebebi diyor. Ben nefret ettiğim şeylere açıklama yapmaktan da nefret ediyorum. Oyuncağına göz dikilmiş çocuklar gibi kafamı çeviriyorum.

Bazen neden nefret ettiğimi nasıl nefret ettiğimi bilmiyorum. Bazen ne yaptığımı ne yapmak istediğimi bilmiyorum. Bazı öğretiler hiçbir işime yaramayacak. Ama yine de öğrenmek istiyorum. Belki de gündüzdür yaşadığımız, ben gece yaşanan hiçbir şeyin sebebini bilmiyorum.

Öğrenmeye çalışıyorum.

Sokağın başında seni görüyorum. Seni tanımıyorum.

Henüz bazı duyguları yaşamadığım için neye benzediğini kestiremiyorum.

Sevmek nedir bilmiyorum. Ama seni seviyorum.