Tanrı Gözü – Bölüm 1 “Görmekten Öncesi” 2

Bu düşüncelerle geçirdiği kocaman bir hafta yaptığı hiçbir işten verim alamadı. Ne kendisi için tatmin edici bir vakit geçirmişti ne de iş yerindeki patronu için. Sürekli düşündüğü, düşünerek daha da içinden çıkılmaz bir hal alan bu konu onu çıldırtacak kadar meşgul ediyordu. Artık yaşamsal faaliyetlerini devam ettirebilecek ihtiyaçlarını dahi bedensel bir belirti onu ele geçirince fark edebiliyordu. Yemek yemek gözleri kararınca aklına geliyordu örneğin, ya da su içmek boğaz kuruluğundan öksürük nöbetlerine tutulduğunda aklına geliyordu. O hafta onlarca, hatta yüzlerce fikir düşündü. Bunların hepsi başka birinin düşüncelerini, duygularını, hislerini nasıl anlayabileceğine, algılayabileceğine, öğrenebileceğine yönelikti. Aklına gelen fikirlerin çoğunluğu milyonlarca dolar harcanması gereken uçarı fikirlerdi. Düşünceleri arasında daha düşük bütçeli fikirler de vardı elbette fakat bunlar insanların sözcük dağarcığıyla, yaşadıkları olayları ve düşüncelerini insanların algılama biçimine uygun olarak açıkladıkları üstünkörü anket benzeri fikirlerdi. Bunları gerçekleştireceğine hiç düşünmemiş olmasını bile yeğlerdi. Uçarı fikirlerine bütçe sağlamak için bankada yıllardır biriktirmiş olduğu parasına göz attı hafta başına yaklaşırken. Bankada tam tamına iki milyon lirası vardı. Dahası babası öldükten sonra miras olarak bıraktığı memleketinde iki daire ve birkaç küçük imara açılmamış arsa vardı. Tüm bunları satıp bu düşündüğü fikirlerden birini gerçekleştirmek için harcasa bile bu isteğinin ahlaki olup olmadığına dair belirgin bir fikri yoktu. Ahlaki olmasa bile bu işi el altından yapabileceği en azından belli bir yol kat edebileceği finansal gücü olduğunu düşünüyordu. Tüm bu sorulara cevap alabilmek adına avukat bir arkadaşı ile güç bela iletişim kurabilmiş, hafta içi buluşmak için sözleşmişti.

Uzun yıllar sonra ilk defa başka bir niyetle evinden çıkmıştı. Bu sefer yollar kendisini tanıdık bir yüzle karşılaşmanın dinginliği ile karşılamıyor, onu bin türlü yaşanmamışlıkların, zorlu tekinsiz yılların, adi arkadaşlıkların, üzüntülerin, huzursuzlukların anavatanı olan memleketine götürüyordu. Çocukluk yıllarında çıktığı bu insafsız yere tekrar gitmek onun için büyük bir adımdı, zor olandı. Yine de bu yolculuk onun hayatını değiştirebilecek nitelikte büyük bir adımdı. Belki orada tüm bu yaşadığı ya da yaşayamadığı günlerin, duyguların, hislerin intikamını alacak kişiler ya da nesneler bulacaktı. Ya da bayat bir yüzleşmeyle karşı karşıya kalacaktı. Ne yaşayacağına dair hiçbir fikri olmamasına karşın, rotasını biliyordu. Yapıp edeceklerini notlar halinde planlamış, üç günlük bu geziyi kendisi için bir milat bilmişti. Yaptıklarının yanında kendiliğinden gelişecek her türlü duruma da hazırlıklı olduğunu hissediyordu. Yine de içinde büyük bir huzursuzluk olduğunu saklamıyordu, daha doğrusu saklayamıyordu. Bu yaşadığı tekinsizliğin ilk belirtilerini otogardayken geç kalan otobüsün muavinine göstermiş, koca adamı bir güzel paylamıştı. Adam da içinden “-herhalde deli!” diyerek alttan almıştı. Daha sonraki belirti bir dinlenme tesisinde yemek servisi yapan yirmili yaşlardaki güzel bir köylü kızına davranışlarında vücut bulmuştu. Alelade huysuzluklar olduğunu düşünen genç kadın ona hiç cevap vermeden masayı silmeye devam etmiş, yemeğini bırakmış, köşesine çekilmişti.

Bu dağlar, bu otoyolun kabus gibi tam ortasına çökmüş olduğu köyler, bu tek tük ağaçların piç gibi kaldığı çorak kahverengi topraklar her zaman böyle mi görünüyordu diye düşünüyordu yolculuğun sonuna yaklaşırken. Teknolojinin nimetleri de bu sıralarda kendisini yalnız bırakmıştı elli kişilik bu metal yığınının içinde, elli birbirine benzemez insan ile. Başının üzerinde duran raftaki küçük çantasından bir defter çıkarıp bir şeyler karalamaya başlamıştı otobüsün arka tarafından gelen üç beş bebek bağırtısı içinde. Ara ara diğer yolcularla birlikte bir memnuniyetsizlik türküsüne ahlar, oflar içinde o da eşlik ediyordu. Sanki daha önce hiç yaşamamış olduğu bu şehre gitmek onun içinde müthiş bir güvensizlik oluşturuyordu. İndiği zaman onu almaya gelecek kimse yoktu. İnince gideceği kimse yoktu. Akranları, akrabaları, arkadaşları yoktu. Belki yoktu demek makul değildi fakat varlığı oluşturan vücut değilse eğer, onlara var demek fazla iyimserlik gibi görünecekti.

Daha önce illa ki bir filozof bunu düşünmüştür, adını da elbette koymuştur diye düşündüğü bir ton düşüncesi arasında bir de varlık kavramı vardı ki onu en çok meşgul eden düşüncelerden biriydi epeyce bir süre. Ona göre bu kavramın vücutla, fiziksel olarak kapladığı bir alanla bir ilgisi yoktu. Varlık yalnızca insan zihni içerisinde onunla iletişimde olabilen nesnelerle ilgiliydi. Yani bir arkadaşının, akrabasının ya da bir gitar sehpasının, kendisi için var olabilmesi yalnızca onunla zihinsel olarak iletişim kurabilmesi münasebetiyle olabilirdi. Özdeşlik kurmakla uzaktan yakından bir ilgisi olmayan bu varlık müessesesi onun için yalnızca kendisinin var olduğunu kesin bir biçimde kanıtlaması şeklinde vücut bulamıyordu. Bir kişi kendisine yakınlık gösterip onunla dertlerini ya da sevinçlerini yahut daha derin olarak nitelendirilebilecek hayat felsefesini, tecrübelerini paylaşması o kişiyi onun zihninde var etmiyordu. Çoğunlukla bir roman karakterini, kendisinin düşündüğü görsel bir nesneyi daha varlık olarak kabul edebiliyordu. Var kabul edebilmek için onu olduğu gibi kabul etmek, onu içselleştirmek onun için yeterli değildi. Daha sonra bu varlığı düşünce zemininde değerlendirebilecek kadar değerli görmesi, onun bazı yönlerini eleştirebilmesi, belki onu düşünce dünyasında düzeltebilmesi isteğini de uyandırıyor olması gerekiyordu.

Geleceğini annesine, arkadaşlarına ya da herhangi bir akrabasına haber vermemişti. Bunu üstün bir tavırla kararlaştırmamıştı. Öylesine, kolaylıkla yapmıştı. Zaten hiçbiri onun için tam olarak var değildi. İndiği zaman havanın kalitesinden anlamıştı nereye geldiğini. Hafif, kuru, serin bir havaydı. Yol kenarlarında herhangi bir kurala bağlı kalınmamış, rastgele yerleştirilmiş ağaçlar vardı, ki bazılarının kökleri zaman içinde o yolları bozabilecek, belediye çalışanlarına fazladan iş çıkarabilecek ağaçlardı. Ama zaten bunu düşünmüş olabilmeleri ihtimaline pek olanak vermiyordu. Park ve bahçeler müdürlüğüne atanmış bir kuzen ya da belediye reisinin oradan buradan tanıdığı herhangi bir adamın bunlarla ilgilenmediği gibi, onun bu işe atadığı personeli de bu işlerden anlamıyordu ona göre. Anlaması da gerekmiyordu. Küçük yerlerde işler böyle yürürdü. Öylece bir süre yürüdü. Yanında pek fazla eşyası olmadığından yürümek büyük bir yorgunluğu doğurmuyordu. Şehrin girişindeki küçük bir otele girip oda sordu. Fiyatı beğenmemiş olacaktı ki oradan çıkıp hemen karşısındaki daha az süslü ama daha derli toplu başka bir otele gitti. Fiyatı hiç sormadan anahtarı alıp odasına yerleşti. Onu diğer otelden vazgeçiren fiyat değildi esasında. Giriş kapısının iki yanında duran devasa yeniçeri heykellerinin ucubeliğinden dolayı girdiği anda buradan nasıl kaçarım diye düşünmüştü. Girmiş bulunduğu için de mecburen beğenmeyeceği bir kalem aradı. Bu da en basitinden fiyat olabilirdi.

Otelden çıktığında öğleden sonra saat ikiyi vuruyordu. Bu şehirde on dakikalık yürüme ile her yere ulaşılabilirdi, öyle hatırlıyordu. Çocukken bu mesafeler ona ne kadar da uzak geliyordu, oysa şimdi vücudu büyük olduğundan mıdır yoksa mesafe kavramı yaşadığı o kocaman şehirden dolayı tamamen değiştiğinden midir bilinmez ona bir çırpıda yürüyerek aşılabilecek kısa gezintiler olarak geliyordu. Yaklaşık on iki dakika sonra uzaktan görmesi gereken belediye binasının yerinde kocaman bir boşluk vardı. Küçük şehir işgüzarlığı yine yapmıştı yapacağını. Bu boşluk şehrin tüm çocuklarını bağrına basabilecek devasa bir park alanı ile değerlendirilmiş gibi görünüyordu. Fakat parkta oynayan üç beş çingene kılıklı veletten başka kimsecikler yoktu. Az ileride parkın giriş kapısının hemen önündeki otobüs durağında duran yaşlıca bir adama belediye binasının nerede olduğunu sordu. Adam “-Ohooo, yeğenim, taşındı o, çok oldu. Buraya da bak ne güzel park yaptı belediyemiz, şehrimiz büyüyor, genişliyor!” diyerek sevine sevine yapılan işleri anlatmaya başladı. Bir süre sonra ilgisiz bir çift gözün kendisini dikkatle dinlemediğinin farkına varmış olacak ki baştaki sorunun cevabını kestirmeden verdi. Belediye binasının bu sefer yarım saat yürüme mesafesindeki bir yere taşındığını öğrendi. Yürümek için mecali kalmamış değildi, fakat yine de fazlaca vakit kaybetmemek için, notlarındaki planlarına uyabilmek adına bir taksiye atlayıp belediye binasına gitti. Sırasıyla tapu, imar, şehir planlama bölümlerine uğrayıp, babadan kalma arsaların yerlerini ve tapu örneklerini toplayıp çıktı.

Yeni belediye binası gereksiz bir lüksten muzdaripti. Giriş holünde büyük bir boşluk yaklaşık yedi kat yüksekliğinde galeri boşluğu vardı. Bu boşluk güvenlik görevlilerinin gelen geçeni buyur ettikleri yer olarak değerlendirilmek zorunda kalındığı için en ücra odadan bile konuşulanların duyulabileceği devasa bir megafon gibi sesleri büyütüyor, büyütüyordu. Güvenlikteki genç kadının kafasını kaldırıp yukarı bakışından sık sık sesten dolayı amirlerinden azar yedikleri anlaşılıyordu. Beton dokulu bankosu, duvarlardaki işlemeli seramik kaplamalar, aydınlatmalar…

Bu kadar uzun süredir tanıdık bir simaya rastlamamış olması onu şaşırtmıştı. Her ne kadar bu şehre uzun zamandır uğramamış olsa da burası en nihayetinde herkesin neredeyse birbirini tanıdığı bir şehirdi. İnsanların sima olarak değişmediklerini düşünüyordu. İllaki okuldan, dershaneden, mahalleden tanıdık birini görebileceğini düşünmüştü oysa. Yine de yürüdüğü o on iki dakikalık mesafede birçok insanın yolda birbirine selam verdiğini görmüş, hatta sarılıp, öpüşüp muhabbete dalanlara bile tanık olmuştu. Şehrin alışverişinin döndüğü çarşı denen muhite yine belediye binasının önünden bindiği bir taksiyle birkaç dakika içinde ulaştı. Birkaç emlakçıdan içeri girip, elindeki kağıtları gösterip piyasa araştırması yaptı. Ev ve arsalar için en yüksek rakam olarak dört buçuk milyon öneren bir emlakçı buldu, dahasını da aramadı. Babadan kalma evlerin halini görmek için evlerin bulunduğu apartmana doğru yürümeye başladı. Bu evlerin metruk bir havası olduğunu düşünüyordu. Annesi ve babası çok öncelerde, daha liseye yeni başladığı sıralarda ayrılmış olduğundan evlerde annesinin ya da akrabalarının bir hakkı yoktu. Apartmana ulaştığında dairelerin zillerini çaldı. Dairelerin birinden tanıdık bir yüz çıktı. Bu yüzü tanıdığına emindi fakat ismini, kim olduğunu bir türlü anımsayamıyordu. İnce bir girizgahla birlikte kendisini tanıttıktan sonra yüzün sahibinin teyzesinin kızı olduğunu öğrendi. Bu kızı en son altı ya da yedi yaşındayken görmüştü. İnanamadı, kız büyümüş, serpilmiş, kucağında bebeğiyle kadın olmuştu. Hala çocuk gibi görünüyordu fakat en azından on sekiz- on dokuz yaşında olmalıydı. Diğer dairenin akıbetini de tanışmış olduklarından ona soruverdi. Orada da babasının bir arkadaşının çocuğu kalıyordu. Uzun zamandır bu evlerde kaldıkları belli olan bu insanlar neredeyse babasının ölümünden sonra ona hiç kira ödememişlerdi. Ya da ödemişlerse bile kendisine bu para hiç ulaşmamıştı. Teyze kızına durumu anlatırken kız biraz telaşlanmış, sesini iyice yükseltmeye başlamıştı. “Yani, evlerin mülkiyeti benim üzerimde olduğundan dolayı, kirayı bana bir şekilde ulaştırmış olmalıydınız.” Diyerek kendisini açıklamaya çalıştıysa da genç kadına laf dinletemedi. Daha fazla rezillik çıkmadan “Neyse, ben evleri satacağım, haberiniz olsun. Zaten yasal olarak da sattıktan sonra taşınana kadar bir süre kalabilme izniniz var, kira falan dert değil, söylediğim gibi yeni bir iş kuracağım, o yüzden evleri satacağım.” Diyerek oradan uzaklaştı. Apartmandan çıkıp yürürken uzun uzun kendisine ait olanlara verdiği değerin niceliğini tartmaya başladı. Bu terazi hesabı acı bir telefon sesiyle bastırıldı tabi ki. Arayan annesiydi.

Tanrı Gözü – Bölüm 1 “Görmekten Öncesi” 1

Yüzündeki o belli belirsiz gülümseme herkesin keyfini kaçırıyor, bunu anlıyordu. Ne zaman insanlarla yüz yüze gelmek zorunda kalsa bu sevimsiz zoraki gülümseme onun yüzünde beliriyor, O ise bu durumdan ne şikayet ediyor, ne de büsbütün bir memnuniyet duyuyordu. Onun laneti de buydu; herkese ve her şeye rağmen gülümsemek.

Dolmuşun arızalı olduğu belli olan yaylanma mekanizmasından dolayı her gün gerçekleştirdiği yolculuktaki uyku seansını bugün layığıyla yerine getiremiyordu. Kafasını yasladığı cam iki adımda bir boksör yumruğu gibi sol şakağına darbeler indiriyordu. Kafasını kaldırmak mecburiyeti onun canını sıkmış olmalı ki herkesin duyabileceği bir şekilde “Of” deyiverdi. Sabahın erken saatinde bu derin nefesle bezeli nida dolmuştaki kimsenin dikkatini haddinden fazla celbetmemişti. Uyuyamıyor olması mecburi bir ayık durma zamanı kazandırmıştı, fakat bu süre içinde uykudan daha faydalı ne yapacağını da bilememişti. Uzun zamandır bu yolculuklarda uyuyor olması, bu yolculuk süresinde uyumuyor olduğu zamanda neyle ilgilendiğini de unutturmuş olacaktı. Vaktini kısa kısa alan birkaç işe yoğunlaştı. Ayakkabısının bağcığını çözüp daha ustaca, alttaki bağcıkları sıkıştırarak sıkı bir düğüm attı. Yürürken ayakkabının ayağında fazlaca hareket ediyor olmasından yakınıyordu zaten epey bir süredir. Cebindeki fişleri çıkarıp, içlerinden işe yarar olanları seçti, cüzdanına istifledi. Daha sonra cüzdanındaki zorla eline tutuşturulmuş kartvizitler arasında önem sırasına göre bir elemeye girişti. Yanındaki uzun saçlı, sakalıyla bıyığıyla dudakları görünmeyen genç bir adamdan ara ara rahatsız edici bakışlara maruz kalsa da bu küçük ama birleştiğinde bir hayli vakit alan ıvır zıvır işlerle uğraşmaya devam etti. Yanındaki adama “Çakma Komonis” adını yakıştırmıştı. Kolundaki akıllı saatle, yerel ama pahalı bir butikten alınmış çantasıyla yeşil parkası ve saç, sakal tarzı ona böyle bir çağrışım yaptığından böyle bir isim koymuştu. Normalde insanlara lakap takmak gibi adetleri yoktu fakat bu sabah uyuyamıyor olması onu bu tarz garip davranışlara mecbur bırakıyordu. Bir dizi düşük zaman maliyetli işi yapıp bitirdikten sonra inmesi gereken yere az bir mesafe kalmıştı. İneceğini belli eden kıpırdanmalara girişti çünkü yanında oturan biri çakma komonis olan iki kişiyle konuşmaya mecbur kalmadan inmek için müsaade almak istiyordu. Bu sessiz diyalog sakinlikle sürdüğü sırada “Işıklarda!” diye seslendi şoföre. Şoför onun sesini duyduğuna dair herhangi bir emarede bulunmadığı için, bir yandan da ışıkları geçtiği için ikinci kez seslenmek mecburiyetinde kaldı. “Müsait bir yerde!” Yavaş yavaş otomatik kapı açılırken o kafasını eğmiş iki büklüm haliyle koridorda bekliyordu. Sol tarafına baktığında gözleri adeta kamaşmıştı. Tam kapının karşısında, şoför koltuğunun hemen arkasında kucağında iki, iki buçuk yaşlarında olduğunu tahmin ettiği bir kadınla göz göze gelmişti. Gözlerini o kadından çekemedi. Kapı tamamen açılması için beklemiş, biraz daha vakit kazanmak için yapmıştı bunu. İndiğinde o kadının büyülü halini tekrar görebilmek için yüzünü dolmuştan tarafa dönmüş, dolmuş gidene kadar arkasından bakakalmıştı. Bu anda düşündüğü tek şey, bu kadının nereye gidiyor, ne hissediyor olduğuydu.

Kadının gözlerindeki esrarın yanı sıra, yüzünde iki ya da üç yerdeki belirgin benlerinin, yay gibi kaşlarının, altı üsttekinin neredeyse iki katı olan dudaklarının detayları onu çok fazla ilgilendirmemiş, ama bunlar dikkatinden de kaçmamıştı. Kadının gözlerindeki yüzündeki ifade o kadar çok şey anlatıyordu ki, onu binlerce düşünceye birkaç saniyelik bu bakışma esnasında sevk etmişti. O kadınla göz göze gelmesiyle içindeki her zerre titremiş, onun bedenine, zihnine öylesine yerleşivermek istemişti ki onu gören bir nöbet geçiriyor zannedebilirdi. Bu içindeki hissiyat aşk falan değildi. Biraz daha durup dolmuşun arkasından bakarken bir anda gözleri kararıvermişti.

Öylece yere yığılmış, kaldırımın kenarında gözleri fal taşı gibi açılmış şekilde uzanmaya başlamıştı. Bu büyülü bir andı onun için. Daha önce hiçbir şeyi bu denli tutkuyla istememiş, bu denli merakla düşünmemişti. Sanki bu şekilde ölümsüz olabileceğini hissetmişti, bu yüzden yüzündeki coşku etrafına korku salar hale gelmişti. Kimi onun için uyuşturucu etkisindeki zavallı bir genç, kimiyse evinden kaçmış bir deli olabileceğini kimiyse bir arabanın ona çarpmış olabileceğini düşünüyor, herkes teorilerini telaşlı bir şeklinde dile getiriyordu. Etrafı bir anda dolmuş, insanlar telaşla bir yandan ambulansı arıyor, bir yandan bakkala birilerini gönderip su ısmarlıyorlardı. Öyle bir düşünce deryasında kaybolmuştu ki geri dönmesi için yüzüne bir şişe suyun boca edilmesi gerekiyormuş meğerse. İrkilerek ayıldı, sırılsıklam olan yüzünden suları sıyırıp atmak için yüzü üzerine dönüp doğruldu. Elleriyle yüzünü silip ayağa kalktı. Etraftaki insanların şaşkın gözleri arasında bir tavşan gibi donakalmıştı. Sonrasında aralarından bir ihtiyar kadın sorular sormaya başladı. “İyi misin yavrum?”, “Aç mısın?”, “Hastaneye götürelim mi seni?” sorular soruları doğurmuş, ihtiyar kadının şefliğinde etraftakilerden bir koro halini almıştı. Herkes başka bir ağızdan başka bir soru soruyor, O hiçbirine odaklanamıyor, hiçbirine cevap vermiyor yalnızca ilk soruya gayriihtiyari cevap veriyordu. “İyiyim.” Sesleri bastırmak için ya da kendisini duymadıklarını hissettiği için bir kez daha tekrarladı. “İyiyim.” Koro devam ediyor, bu defa sorularla tavsiyelerle üzerine çullanıyorlardı. “İyiyim” diye bağırarak kalabalığı yarıp yürümeye başladı. Arkasından kimse gelmiyordu. Herkes çabucak dağılmıştı.

Arada bir bu şekilde düşüncelere dalardı. Daha önce bu düşüncelerinden lise öğrencisi olduğu zamanlarda dershaneye gittiği zamanlarda dershane psikoloğuna bahsetmişti. O da kendisini böyle düşüncelere fazla kaptırmaması gerektiğini, bunun bir psikolojik sorun doğurabileceğine dair uyarılarda bulunmuştu. Ama o yine de bu düşünceleri durduramıyordu. Durdurmaya da çalıştığı söylenemezdi. Başına buyruk olmak onun en büyük meziyetlerinden biriydi aslında. Bu yüzden büyük şeyler başarabileceğini hissediyor olabilirdi. Henüz bir şey başarabildiği yoktu ama belki bir gün… “Belki bir gün…” diye düşünüyordu.

Daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştı. Yere yığıldığı anı, sonrasını hatırlamıyordu. Yalnızca yüzüne boca edilen sudan sonrasını hatırlıyor, öncesindeyse o kadınla göz göze geldiği anı hatırlıyordu. Ona ne olduğunu sorsalar yaşadığı duyguyu tarif edemezdi. Bu yüzden bu durumu kimseye anlatmamayı tercih etmek gibi bir karar aldı. Sonra insanlar bu hissettiği arzu ve tutku yüzünden hem de bir hayli acayip bir istek yüzünden kriz geçirdiğini duysalar ne derlerdi acaba? Tahmin edebiliyordu. Hastaneye gitmesi gerektiğini söyleyeceklerdi. Belki bir hastalığı olabileceğini, testlere, cihazlara girmesi gerektiğini, o da olmadı bir psikologla görüşmesi gerektiğini söyleyeceklerdi. Farklı bir fikri olabilir dediği kimse yoktu hayatında.

Hayatında farklı bir fikri vardır diyebileceği insanlar isterdi elbette. Bunun için zaman zaman uğraşırdı da. Genellikle ketum biri olduğu için çok fazla insanlarla gereksiz muhabbetlere girmez, hatta onunla muhabbete girmeye çalışan insanları da tepkileriyle bunu denediklerine pişman ederdi. Yüzündeki gülümseme başkaları için de bir lanetti, çünkü insanları muhabbete davet ediyordu belki de. İnsanlar bu düştükleri durum neticesinde o kadar kötü hissediyorlardı ki, aralarına bir mesafe girdiğinde ya da onun duymayacağını düşündükleri bir sırada ona türlü küfürler edebiliyorlardı. O, bunları duymasına rağmen yüzündeki gülümsemeyi düşürmüyor, küfürlere ve aşağılamalara aldırmıyordu. Sözlerden etkilenen biri değildi. Yalnızca hisler… Duygular onu çıldırtıyordu. Bir çırpıda insanların duygularını yüz ifadelerinden, beden hareketlerinden okuyor, onlara hayranlıkla bakmaya, duyguların verdiği hareket ve ifadeleri incelemeye başlıyordu. Bazen mecburiyetten, bazense çevresindeki insanların tek tip olmasından sıkıldığı için insanlarla muhabbet etmeye çalışıyor, onlarla bir yakınlık kurmaya çalışıyordu. Bu nadiren işe yarıyor, insanlarla bir nebze yakınlık kuruyordu. Fakat daha sonrasında bu kurulmuş olan yakınlığa yeterince özen göstermediği için sıcaklık yavaş yavaş kayboluyor, bu insanlar hiç tanımadığı insanlara dönüşüyordu.

İnsan ne zordu onun için. Bir yakınlık kurabilmek, sıcak bir duyguyu paylaşabilmek için ne kadar çok çabalaması gerekiyordu. Bunun böyle olmaması gerektiğini hissediyordu. Daha önceden böyle değildi çünkü. Çocukken, lisedeyken iyi arkadaşları olmuştu aslında. Her şeyi paylaşabildiği, aslında her şeyi denemez, çünkü onların da kendisini belli noktalarda yargılayacaklarını bildiğinden çoğu şeyi demek daha doğru olacaktır. Çoğu şeyi paylaşabildiği bir sürü insan vardı etrafında. Onlar da o zamanlarda kendisine farklı fikirlerden sunulmuş demetler vermezdi fakat sanıyorum o zamanlar bu onun çok da umrunda değildi.

Yalnız kalmak canını acıtıyordu, fiziksel olarak değil, ruhen yalnız olmak onu delirtiyordu. Ama kendisi gibi olan herkesin ruhen yalnız olduğunu da adı gibi biliyordu. Yalnızca emin olamadığı bir kesim vardı, inananlar… İnananların ruhen yalnız olup olmadığını bilemiyordu. Bu herhangi bir dine bağlı olanlar değil yalnızca, bir futbol takımı, bir araba sevdası, inandığı, yani gönlünde putlaştırabildiği ne varsa insanın, ona bağlananları anlayamıyordu. Onların da kendisiyle aynı ruhani yalnızlığı hissettiklerinden emin olamıyordu. Bu yüzden belki onları kıskanıyordu. Ne hissettiklerini bilemediğinden dolayı onlara inanılmaz ilgi duyuyordu.

İnsanların arasından sıyrılıp yürüdüğü caddede boylu boyunca ilerlemişti. Aklında az önce yaşadığı şeylerden başka bir şey yoktu. Bir yandan rezil olduğunu düşünüyor, bir yandan da duyduğu hazzın keyfini hala iliklerine kadar hissediyordu. Vücudunda hormonal bir bayram yaşanmıştı. Tahminine göre insanların uyuşturucu aldığında hissettiği hazza benzer bir haz duyuyor olmalıydı. Bu bilgilere yine bütün gün evde pineklediği bir gün izlediği belgesel vasıtasıyla erişmiş, daha önce hiç uyuşturucu kullanmamıştı. Bu yüzden tam olarak bu hisse benzeyip benzemediği konusunda kesin bir karara varamıyordu. Ama bunu bilmek için uyuşturucu kullanacak da değildi. Kendini kontrol etme mekanizması ilk defa yenik düşmüştü az önce. Bunun için içten içe kendine de kızıyordu. Caddenin sonuna geldiğinde devam edebileceği bir yaya yolu kalmamıştı. Devamında yalnızca araçlar için devam edilebilecek bir yol, bir karşıdan karşıya geçmek için idareten yerleştirilmiş derme çatma bir üst geçit, bir de metroya gitmek için kullanılan bir tünel vardı. Aslında aklındakilerden kendini alamadığı için ayakları onu buraya sürüklemişti. Gideceği yere bu yollardan hiçbiriyle gidilemiyordu.

Ofise girdiğinde herkesin gözü üzerindeydi. Fiziksel özellikleriyle tam bir amir gibi görünen hafif kilolu ve kısa boylu adamın her zamanki gibi kravatı iki yakasını bir araya getiremiyordu. Bu durumda ince bir komiklik olduğunu her zaman seziyordu fakat adamın ciddi yapısı ne bunu anlayabilecek bir his veriyordu ne de onun bu adamla bu tarz muhabbetleri kaldırabilecek bir samimiyeti vardı. Bu adamın adını hiç kendisi sormamıştı. Her zaman kendisine Rıza bey diye hitap edildiği için gıyabında ismini öğrenmiş o da bu şekilde hitap etmeye başlamıştı. Halbuki her gün saatlerce uğraşıp yazdığı raporları götürdüğünde kağıdın altındaki raporu onaylayan sorumlu müdürün adı Rıza değildi. Bu işe girdiğinden beri bir defa olsun hiçbir şeyi sorgulamamış olduğundan bunu da irdelemedi. Belki adam başka birinin yerine bakıyordu ya da kağıt üzerindeki ismi ile normalde kullandığı isim farklıydı. Bunun önemi yoktu. Günlük olarak üzerine düşeni yapıp, saat 5 oldu mu iş yerinden çıkıveriyordu. Rıza bey onu hiçbir özel konuda rahatsız etmemiş, hiç mesaiye kalması için teklifte bulunmamıştı. Bu sabah yüzündeki ifadenin her zamankinden farklı olmasından dolayı herkes ona gayriihtiyari bakmıştı aslında. Gözlerinin altı mosmor, bembeyaz bir surat, saçları dağınık, gömleğinin yakası bağrı açık, hafif de ıslanmıştı. Mavi gömleğinden su izi net bir şekilde ton farkı ile anlaşılabiliyordu. Yine de kimse ona ne olduğunu sormaya yeltenmedi. Daha önce bu insanlarla hiç konuşmaya kalkışmamıştı. Onlar da bu sessizliği bozma niyetinde değillerdi. Hiçbir şekilde birbirleri ile iletişimleri yok değildi. Arada bir yemek molasına çıktıklarında yanlarında durduğu, birlikte yemek yemişlikleri, çay içmişlikleri elbette vardı. Fakat bu sessizlik onun bir karakteristik özelliğiymiş gibi herkes kabullenmişti, bu zamana kadar ona ne bir soru sormuşlardı, ne de herhangi bir muhabbet açmaya çalışmışlardı.

Rıza bey işe geç kalmış bir personele ne söylenirse onları söyledi. O da ne olduğunu sorgulamadı, üstünün başının halinden hiç bahsetmedi. Yalnızca eliyle, kravatını işaret edip, saçını başını gösterip birkaç anlamsız mimik yaptı. Mesaj alınmıştı.

Masasına oturduğunda uzun zamandır hiç kapatmadığı bilgisayarı bu duruma isyan eder gibi sağ eline bunaltıcı bir sıcaklık üflüyordu. Buna rağmen bilgisayarın kapağını kaldırıp işine devam etmeye karar verdi. Aslında o anda bir karar verecek durumda değildi. Her zaman yaptıklarını tekrarlıyordu. Yapmakta olduğu işin mekanikliğinden midir bilinmez, yüzünde herhangi bir mimiğin yeri değişmiyor, kaşı gözü oynamadan yazılar yazmaya, birkaç programdan kodlar üretmeye devam ediyordu. Kalın gözlüğünü masanın yanından alıp maviye çalan camlarıyla gözlerini diğer iş arkadaşlarından gizlercesine ekrana bakmaya devam etti. Burada ne kadar kalmış olduğunu o gün kestiremedi. Saat 5’i epey geçmiş, yemek yememiş, su içmemiş, dışarı çıkmamış, sigara içmemişti. Herkes çıktıktan sonra gelen hizmetlinin dertli türkülerini kulağındaki kulaklığın cızırtısı bir anlığına dindiğinde fark edip kulaklığını çıkarıp etrafa göz gezdirmesiyle fark etti.

Kimsenin görmediği görse de fark etmediği bu adam ona ilginç görünmüştü. O zamana kadar kendisinin de fark ettiği söylenemezdi. Belki de bu adamı daha önce hiç görmemişti, bilemiyordu. Adam yanında sürüklediği kovadan ıslak paspası çıkarıp sıkmadan yere vuruyor, sularla birlikte ileri geri götürüp ofisteki holü adeta bir göle çeviriyordu. Bu iş yapma şeklini kimseye danışmamış olduğu belliydi. Holdeki seramik yüzeyden odalara sızan su bazı parkeleri hafiften kaldırmıştı fakat bu adamın dikkatine mazhar olacak kadar değerli bir şey değildi. Sonra yerdeki suyu paspasla çekerek, bir yandan da suyunu yanındaki kovada sıktırarak gölü kuruttu. Aynı şeyi odalar için yapmıyor, sadece kuruya yakın bir paspasla çok da özenmeden silip geçiyordu. Masada oturan biri olduğunu fark ettiğinde şaşkın bir yüz ifadesiyle kalakaldı. “Ben sizi çok merak ediyordum.” Dedi. Adamın bu anlamsız olduğunu düşündüğü repliği karşısında ne diyeceğini bilemediğinden, şaşırdığını belli eden, neden arayan bir yüz ifadesiyle değiştirdi yüzündeki lanetli gülümsemeyi. Adam açıklama yapmak mecburiyetinde kaldığı için pek mutlu görünmüyordu. Hatta belki de içinden keşke tutsaydım şu bok yiyesice ağzımı de, şimdi bunu açıklamak zorunda kalmasaydım diye düşünüyordu. Bu cüretkar replikten sonra ağzı diline dolanarak, “Bitkiler…” dedi. “Masadaki bitkiler çok güzel, ben küçükken çiçek sergisi açardık anamla, sonra böyle bitkiler falan getirtmeye başladık, ondan. Ondan merak ediyordum sizi.” Bu açıklamadan sonra hizmetli adamla bitkiler üzerine epey konuştular. Masadaki renk renk, çeşit çeşit orkidelerin bakımlarından, kaktüslerin büyüme şekillerinden, bol çiçekli dua çiçeğinden konuştular. Adamın merak etmesi gayet doğaldı, çünkü iş yerindeki o minimalist hava, onun masasına gelince bir anda bozuluyordu. Her yanda yapışkanlı, birbirine iğnelenmiş, tutturulmuş kağıtlar, birkaç tane açık kitap, önündeki hiç kapanmayan defterle birlikte bunların etrafını sarıp sarmalayan bitkiler, iş arkadaşlarının onu görmekte zorlanacağı yarı saydam bir mekan yaratıyordu. Adamın bitkilere olan merakı onu neşelendirmişti aslında. Bu yüzden bu konuşmayı devam ettirebilmiş, hiçbir soğuk tavır sergilememişti adama karşı. Hizmetli adamın adının Necdet olduğunu öğrendi muhabbetlerinin sonlarına doğru. Ne yazık. Adamı görmeyince üç beş gün içerisinde unutacağı bir isimdi bu.

Evine gittiğinde saat çok geç değildi. Babaannesinin ölümünden sonra aile içerisinde paylaşılan eşyalardan biri de onun evine gelmişti. En az seksen yıllık el yapımı bir berjer salonun ortasında heykel gibi duruyordu. Minderleri samanla dolu bu koltuk ona muazzam bir rahatlık veriyordu. O akşam başka akşamlarda yaptığı hiçbir şeyi yapmadı. Ne televizyonun düğmesine dokundu, ne çay demledi, ne de bir şey yiyip içti. Vakit su gibi geçti, gece de hiç uyumadı. Sabah geçirdiği nöbeti düşünüyor, o hissettiği tutkunun boyutlarını kavramaya çalışıyordu. Aklından binlerce düşünce geçiyor, bazılarını düşünmekte olduğu konunun bağlamından uzak olduğu gerekçesiyle ‘siktir’ ediyordu. Bu düşünce harbiyle meşgul olduğu uzun vakit boyunca dikkatini dağıtacak hiçbir şeye izin vermemişti. Ama artık başına ağrılar girmeye başlamıştı. Orta sehpa üzerinde duran telefonunu saate bakmak için eline aldı. Tüm bildirimleri hızlıca kapatıp yarın da Rıza Bey’in rutin konuşmasına denk gelmemek için yatıp uyuması gerektiğine karar vermişti. Sabaha karşı 5 olmuştu saat. Uyumak için yalnızca iki buçuk saati vardı.

Düşünceleriyle boğuştuğu sırada çocukluğundan itibaren insan düşünceleri, şu zamana kadar tanıdığı insanların fikirleri, varsa hastalıklarının vücutlarına hatta oradan ruhlarına etkileri, renkleri algılama biçimleri, konuşma düzlemlerinin verdiği hissiyat, kutsallarının önemi ve değeri, sevmek, nefret etmek, tiksinmek, öfke, korku gibi duyguların insanların ruh halleri üzerine yansımaları gibi birçok konu üzerinde durdu. Bunları anlamanın bir yolu olmalıydı. Olsun istiyordu. Bunu delicesine, ölürcesine istiyordu.

Bir Yığın Kağıt Elde Edilir Bir Çiçekten

IMG_9552.JPG

 

Belki ayın yirmi yedisi,

aklımda bir isim kalmış,

yüz bin cihan harbi meydanlarda hazır,

bekliyor komutan emirlerini,

sen ise… Sen ise, koltuğunda

ölüm dikiyorsun kınalı on beşliklere.

Parmağına almışsın nişanını,

yüksüğünün yerinde nineden kalma bir yüzük olmalıydı.

“Sırtından yükünü nerede attın?”

diye sormaya bile çekiniyorum.

Sen savaşçıların en kahverengisisin,

ne davetkarsın, ne sitemin var.

Bin dertliye bir tane devan var.

Bir kerelik acısın, bir kerelik sancı,

bir kerelik umut, günah veya adına her ne dersen.

Akıl da var işte, en berbatı o.

Bir sürü söylenmiş özlü sözden

daha derin söylenmesini de bilirsin ama,

umurunda değil.

Etkilediğin insanların güzel varsaydığı

etiketlerden sıyrılmışsın. Ne kötü.

Seni normal bir insandan ayıran

bütün özelliklere de bir kaç parça paçavradan kefen dik.

Göz önünde olanlar en önce helak olur demiştin.

Orada durmayacaktın.

Mezarlara diktiğin nevresimlerden

güzel manzaralar çalmayacaktın. Yanıldın.

Belki ben de yanılmalıydım.

Güzel bir akşamüstü şairesinin kafasını

taşlara vurarak ettiği kan banyosunu

beraber çizmeliydik astarsız tuvallere belki de.

Her neyse.

Olduğun yerle öldüğün yer aynı.

Mezarına bir manzara bırakıyorum.

Şimdi mermerinde bir gonca gül var, başında şehit yazıyor.

Şahit yazsaydı daha iyiydi.

Modern Bir Kayboluş, Basit ve Öylesine

Veda vaktiydi şimdi

Üstelik niçin veda ettiğini de bilmiyordu

Yalnızca üzerinde hissettiği

Vedaların çullandığı küf yeşili bir yorgunluğu

Bir aktardan aldı papatya çayını

 

Şimdi ölmek vaktiydi

Güle oynaya gidemezdi ya

Ölü bir şairden aldı son sözlerini

Benzemesin diye de didindi üstelik

Gider ayak telifle uğraşmamak için

 

Çakıl taşlarını doldurdu ceplerine

Öyle gitmek istedi,

Kocaman kadın, nasıl isterse öyle gider

Kararlıydı, çok kararlıydı, gözlerinden belli

Şimdi gitmek vaktiydi.

 

Velev ki bir köpeğin yalnızlığını çalmıştı

Ne yapardı ki onunla

Bir de kocaman kadın üstüne

Böyle bir şey yakışır mıydı ona

Öyle bir ölüme gitmekti işte

 

Çalıntı yalnızlık, ağır kokular, yeşil kokular,

Afili sözleri de avuçlarında yazılı.

Onunki bir veda değildi de sanki

Öylece

Hatta öylesine siktirip gitmekti.

Mehmet’in Yüreğinde Yalnızca Cesaret Yoktu

Yirmi ikinci günde şafak vaktinde

Bir küf kokusu içinde ve beyninde

Bir adam ağlıyor, bir kadın bağrıyor

Ağlama ki öyle demirden dövercesine

Bir bağırmak ki çığa benziyor

 

Bağrı yanık bir karpuz satıcısından

Bir çare istiyor, hocam saydım seni

Beni oku, üfle diyor.

 

Ağrıyor havaları, sis kokuyor üzeri

Nemden ciğerleri yapışmış birbirine

Bir köpek avluda bir uğultu ki uluyor

Dağların her taşında yankıları çağlıyor.

 

Saçları yanık hacı nine

Bir çare diyor, hocam saydım seni

Beni oku, üfle diyor.

 

Şeyh Galip’in çocukları bunlar

Felsefeden de anlıyorlar, ruhtan da

Ama bir kolej mezunu züppe profesörden

Nasihat dinliyorlar gebe halleriyle

Konu komşu ne der sonra

 

Tepeden ayağa pespaye bir dilenciden

Bir çare istiyor, hocam saydım seni

Beni oku, üfle diyor.

 

Daha da gelmez bu hava bu diyara

Zaten bir kuraklıktı ki ne iz bıraktı ne yol

Küfü yeşilden aldı da dağlara kaldırdı

Hatice öldü o dağlarda

 

Dağlardan taşlardan, her bir karıncadan

Bir çare ne olur, hocam saydım sizi

Beni okuyun, üfleyin ne olur.

 

Sabi sübyan, o dağ senin bu ova ötekinin

Kulak kesilip şehrin ağalarına

Kimseye göz açtırmamacasına

Vuracak o küf kokusu içinde

Bir şafak vaktinde

 

Denizden ve dahi bütün dehlizlerden

kimden olursa olsun, ne olur

bir çare, 

dünyada ne varsa var diye bildiğim

hocam saydım hepsini

Beni okuyun, üfleyin.

 

Bir karpuz kesti üzerinde kanlı sofranın

Profesörler okudu ruhuna, üflediler de 

Oysa bir köyün hocasının hayır duasıyla

Yirmi iki yıl oldu hala ayakta.

 

Yaygaraya Mahal Yok

 

Zil zurna sarhoş yine yirmi iki saat oldu

Belli belirsiz bir karışımdan demlenip

Dile gelmeyen sözleri arayıp zihninde

Bir felaket gibi aradı, buldu, buluşturdu

Beynindeki işleyişe dair her bir zerreyle

Hakkını istedi on beş yıllık dostundan

Zil zurna sarhoş yine yirmi iki saat yirmi iki dakika

Bunamaktan da korktu üstelik sersefil bir apartmanın

Zemin demeye bin şahit ister katında

Bir felaket gibi çöktü üstüne kel bir kapıcı

Hiçbir dakikasını istediği gibi yaşayamadığı şu hayattan

Alacaklı gibiydi her zerresiyle aşkından

Zil zurna sarhoş yine on beş yıl oldu bugün

Şinval’de bir kayıp çocuktu evinden uzakta

Hala aynı belki bugün de yarın da

Hakkını istedi, ki haklıydı istemekte

Bunamaktan da korktu üstelik çok zaman olduğundan

Sığındı her yanı simsiyah parçalanmış camlarla bezeli

Evi bildiği zamane beton yığınına,

Zil zurna sarhoştu çok zaman olmuştu çok

Artık durmalı diye zaman

Hıçkırıklarla geçti bu dünyadan,

Bir felaket gibi geçti, hem de hiç uyanmadan.

Alelade Bir Günün Akşamüstü

 

Silindikçe yazdığı hikayeler, kükrüyordu üzerine gelen düşüncelere, kaçırmaya çalışıyordu. Beyhude…

Bazen kağıtlara yazıyordu. Kaçtıklarından yazarak kurtulmaya çalışıyordu. Sanki bütün o düşünceleri ve anılarını kağıtlara döktüğünde onları o iki milimlik üç boyutlu demeye bin şahit ister nesnenin içine hapsetmiş gibi hissediyordu. Üçüncü şahıstan çıkmaya, kağıtların yüzünü yırtarak şahlanmaya, kas ve ete bürünerek kendi imkanlarıyla doğmaya çalışan bir tür savaşçı figürlere dönüşüyordu yazdıkları. Böyle zamanlarda ateş yakmaktan başka çaresi kalmıyordu. Büyük bir ateş sayılmazdı yaktığı, fakat yazdıklarını, kurtulmaya çalıştıklarını tutuşturabilsin yeterdi.

Her zamanki gibi bir günün akşamıydı, güneş batmış, işçiler evlerine dönmekteydi. Bunları bu saatte olan trafiğin birlikte getirdiği egzoz dumanlarıyla birlikte yükselen çığlıklara benzeyen kornalardan anlardı. Yüksek bir anıt mezardaydı sanki, ama evindeydi. Gün ışığının çokluğu mezarını ıssızlaştırıyor, seslerin dindiği sıralarda sıvası dökülmeye yüz tutmuş duvarlara bakıp düşünmekle geçirmeye başlıyordu geceyi. Uzun zamanlar geçirdi böyle, bir yere de varacağı yoktu belli ki. Düşünceleri buharlaşıyor, evinin duvarlarını ıslatıyor, ıslanan duvarlardan sıvalar düşmek için yalvarır gibi sesler çıkarıyordu.

Kapı çalındığı sırada odanın halısız yüzeyinde uzanmış, bir karıncanın yuvasına giden yolunu takip ediyordu. Karınca parkelerin arasından bir deliğe girip sıvışmışken zilin ısrarına dayanamayıp ayaklandı. Yarı çıplak vaziyette kapıyı açması abes kaçacağından sırtına koltukta epey uzun zamandır bekleyen siyah bir fanilayı geçirip kapıya yöneldi. Önündeki koridorun birkaç metresi onu zayıflatıyor, sanki kilometreler gibi uzuyordu. Yürüdü, kapıya vardığında bir klasik müzik bestesinin en can alıcı yerinden bir parçayı elektronik bir devreye hapsetmiş kutu tekrardan cırlamaya başladı. Patlama geliyorum manasına gelen bir şey fısıldadıysa da kapıdakinin bunu duymamasına belli belirsiz bir özen gösterdi.

Kapıyı açıp karşısında yönetici Sinem hanımla karşı karşıya kaldığında yüzünde bir şaşkınlık vardı. Sinem hanım çok önemli bir şey olmadığı sürece gördüğü bir insan değildi. Buraya taşındığı üç yıl içerisinde onu yalnızca birkaç kez görmüş olması bu düşünceye varmasına bir sebepti. Kapıda bekleyen kadın bir yandan elinde bir yangın tüpünü tutup sallıyor, bir yandan da karşıdaki komşuyla konuşuyordu. Sabırla bekledi kadının konuşmasını bitirmesini. Madem onunla konuşacaktın neden benim kapımı çaldın diye geçirdi içinden. Meraklı gözlerle kadına bakmaya devam etti. Kadın Zihni deyince ismine yabancılaşmış, ilkel bir ses çıkarmıştı. Sonradan yaptığı hatanın farkına vararak, efendim diye düzeltti çıkardığı sesin manasını. Sinem hanım apartmanda ilaçlama olacağını söylüyor, karıncaların her yanı sardığından bahsediyordu. Bu konuyla ilgili detaylı bilgiler veriyor, yapılacak ödemenin aidatlara etkisinden bahsediyordu. Zihni birkaç olumlama ve onay kelimesi sarf ettikten sonra kadın konuşmasını bitirip görüşürüz diyerek üst kata doğru merdivenleri çıkmaya başladı. Bu konuşmadan hemen sonra kapıyı kapatması gerekirdi, ama yapamadı. Gözü yerde inci gibi parlayan küçücük kırmızı bir şeye takıldı. Dört, beş saniyede sönen otomatik lamba söndüğünde kayboldu küçük inci. Umarsız bir el hareketiyle yeniden yaktı lambayı. Yerdeki parlayan cisme daha da yaklaşabilmek için yere doğru eğildi.

Adı Yok Olan Putun Dizginleyemediği Zihni

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yok dedi bir kere ve sendeledi
Yok olan her şeyin hatrına ve hürmetine
Mavi gözlerinden beliren okyanus akıntısının
Katran karası yüzü suyu hürmetine
Zemin sağlamdı oysa kendisi kadardı
Hassastı, ürkekti, düşmelere karşıydı
Bir kız çocuğunun ürkekliği belirdi üstünde
Ben diye belirdi ve sendeledi
Ben olan her şeyin katran karası
Yüzünden düşen bin parçanın her bir zerresi üzerine
Bir tef çalınıyordu uzaktan
Savaş çığlıkları yakıyor karanlığı
Bir balta giriyordu ormanına
Ağaç kesmek de değildi amacı
Baltanın sahibi birden çoğaldı
Bilge dağının yedi eri girdi mabedine
Onlar da hassastı üstelik
Ürkekti, düşmelere karşı dayanıklı, altın varaklı
Miğferinin altındaki
Mavi gözlerinden beliren gökyüzü akıntısının
Matem sarısı yüzü suyu hürmetine
Yok diye belirdi miğferin altından dili
Yok dedi,
Adın yok, sen yoksun, kerametin yok.
Sen dedi, sendeledi
Sen olan her şeyin yüzü suyu hürmetine

Ve Bir Daha Düştü Cemre

Bir oda hatta

bir değil

birden fazla ve hatta

birden çok fazla oda

ruhani liderlerin her biri

bir kapıda bekliyor

ve sen

yine düştün ağıma

bir ağ ki bu örümcek marifeti de değil

halatlardan örülmüş

düşenin canını yakan

bir daha iflah etmeyen bir ağ

ya rahat bir koltukta uyumak

ya da kuş tüyü bir yorgana sarılmak

ne kadar rahatlık varsa bu evin içinde

işte o kadar da bir çivi üzerinde yürümek var

var olanlar var olanların

yalnızlığına bir teminat olacak

ve sen

yine düştün ağıma

gözlerimin hemen önündeki

kirpiklerden örülme bir siyah bir ağ

zamane çocukları diyorum

zamane ruhları

bir dağ bu aşılması gereken

ama kimsenin de bir yandan

cesaret etmesini istemediğim

sağ salim aşılması gereken bu dağa

en tepesine gözlerimi diktim

onlar diyorum

onlar

zamane buğdayları ve tarlaları

şimdi onlar bir hasat zamanında

başıboş kargaların gagalarında

ki kenetlenmiş gagalar bir ağ marifetiyle

kara bahtımızın rahatına varmaya

ve bir daha düştü cemre

denize suya toprağa ve koltuğa

yahut bir kuş tüyü yorgana

muhtacım bir ana

bir değil

birden fazla ve hatta

birden çok fazla zamana

Fulya ve Zihni’nin Acemaşiran Makamında Kavgası Üzerine

Zihni bulanık bir göz ucu selamı

Fulyaysa derin bir serap uzun yolda

Anlamsız telefler tarlalarda ovalarda

Ruhani bir yankı dağları saran

Aslında neredeler ve hangi zamanda

İkisi birden şaşkın ve dilsiz

Yılları yılların alıp götürdüğü bu yolculuğun

İki yolcusu onlar hem de birbirlerinden

Laleler açmışsa yeni bir sabahta

Fulya değirmenden dönüyorsa

Zihni kahvehane köşelerinde pişpirikte

İşte bu zaman başlar bu evlere şenlik kavga

Bir kavga ki komalarından ayrı yağıyor

Üzgün bir ayazı birbiri üzerine eğliyor

Bir sürü çarpık çurpuk yolu devriye

deviriyor da bir put gibisinden kırılıyor

kuruyor ikisinin de ağzı

ulan bir sus be kadın

sen de adam mısın be

potpuri başlıyor evin içinde

uzaklardan da değil kökleri ama

Kırılmadık bir diz kapakları kalmış

Bir yani bir yani ki en kısa zamanda

zahirin yahut hakirin kulağı kapıda

kokuyor ağzı kapıdaki veledin

fulya susmuyor

zihni ölmüyor

ikisi de bir duruyor ki acemaşiran kavgaya

rükuda böyle huşuda değiller

secdesi zaten hak getire.

Mutfakta Tatsız Bir Öğlenarası

Zamansız ve ya rabbisiz bir taburede buldu beni

Sigaram yanıyor, parmaklarım yanıyor, ocak yanıyor

Süreksiz ve aynı zamanda gereksiz bu işten

Olumsuzluk eklerinin tamamından dövülme kovulmak

Ki yalnızca oradan da değildi bu tekme tokat

Karga tulumba bir şehirden de atılmak

Bir gün ansız ve yalansız ama nihayet yalansız

Olduğu gibi konuştu olmaya çalıştığı gibi değil

Zehir gibi bir duman, genzim yanıyor, gözlerim yaşarıyor

Bu kalitesiz bir serüvenin son dayağı

Ağlamıyorum, gözümdeki zehir gibi dumanın tezahürü

Şimdi Kanada’da olmak vardı, on binlerce kanada dolarıyla

Kovulma partileri, sigara savaşları, kucak dansları

Dahası ağlama duvarı, utanç müzesi, hırsızlık sergisi

Belli belirsiz bir öpücük yanağımda, ki bu yalnızca bir his miydi, bilemiyorum

Kapı dışarı edilmek, yahut ezilmek bir sivrisinek gibi

Tazminat olarak da uzattığım öbür yanağım

Şikayetim sana, yaratana, yalana dolana, kaygısıza

Zihni ile Keş Arasında Amansız Mücadele

IMG_0233.JPG

Zamanda serseri kurşun çevikliği, yeleği üzerinde devrik liderinin resmi

Vücudu üzerinde gezintiye çıkmış belirgin fikri, sınırı geçmesin diye elli altın daha.

Henüz uyku ama gösterdiği bir asırlık rüya değil de ne?

Asıl olanı ne zaman ayıracak yalandan,

Hangi ırgatı düşürecek geçim derdi diye bir zalim ocağına,

Kuytularda korkak farelere kurduğu kapanları etkisiz kılsın diye,

Şimdi; yıllardır içinde ruhunu arayan zaman, şimdi olmasın diye

Salyangozların yaratıcısına yalvarıyor yahut onunla dalga geçiyor.

 

Zihni ki, bir rüya mı yoksa bu zihnine ilişen manyetik tecavüzler, bilemiyor

Yalpalayarak, yalın ayak gezintilerinin sonunu kumsallarda bitirerek

Yalan olmasın ama

Kum taneleri içerisinde gördüğü her haşereden aman diliyor.

-ki haşereyi pek sevmez gece vakitlerinde, geceler sarı tonlarında olmadığı sürece-

Gösteriş gibi de olmasın diye sessizce sunduğu sunakların hamiline 

Selvi boyunu, boynundan geçen kirli kanlara bulamaya kadar varacak belki inadı

Yanıyor, kavruluyor, durmuyor

Salyangozların yaratıcısına yalvarıyor.

 

 

Keş ise yirminci katlara bakıyor, zaman buraya kadar nasıl ilerledi diye

zihni meşgul,

Bakıcısıyla bilerek yahut bilmeyerek

Anlaşamayan ihtiyarlığının yüzlerini

Zemheri yeşillere yerleştiriyor, okkalı bir küfrü alınlarının tam ortasına yakıştırıyor,

Tahribata yeminli, tarihinden emin olamadığı imansız düşüncelerini

Gariban kolyelerinin kurşunlarıyla kırmızılara boyuyor.

Ressamlığı da kötü zaten, diploması karpuzcudan

O kırmızı oldu mu hiç bu ihtiyar yirmiliklere diye

Salyangozların yaratıcısıyla dalga geçiyor.

 

Bir İsim Dedi Rüyamda Tüm Mekanları Senden Bildim

Bilindik bütün kelimeleri sil, süpür

Yahut darmadağın bir odanın karanlığında

Tüm hatalarım zifir gözlerimde sürme

Desem de sür, uğrak mekanlarım senden geçer

Beni bu zehirden önce bir an da olsa bul

Mevzu sen diye görünse de sen değilsin sende olan

Bil diye söylediysem de düşün, özgürlük

Dedi bir bilge, çığırtkanlara selam et, düzgünlükten yani

Beni bu diyarlardan sen sür,

Desem de sürme, yanında kalayım diye, yalınlıktan

Yanlışlıkla olandan, aydınlık yarınlarda tutsak

Kaldıysak burada bir başımıza seninle ben,

Senden bilme, sen diye bildiğim dertlerimin sebebini

Eğri otur, doğru dur, omzunda binlerce ağırlık

Omurgan ne yapsın bunca tantanaya, memleket

Dağlık, darmadağınık bir köy İstanbul

En sevdiğin mekandan medet, bir dilek tut

Yarına ulaşamasak da, yarın olacak, yarın

Bizi kurtaracak, tek şey varsa eğer

Adı sen değil, senden bilme

Desem de kendinden bil, yarının adı, umut!

Duraklama Döneminde Duraklarda Bekledim

IMG_0997.JPG

Aylar oldu, hatta belki yıllar. Ben birikirim zannetmiştim, aslında sadece beklemişim. Arada bir beklemekle beklentiyle ilgili ağrılarım titreşiyor dizimde, yağmurdan diyorum, yağmurdan. Sözü yağmura vermek istiyorum.

Temmuz günleriydi, sıcak geçmiş yıllardan biri. Sokaklarda ortaokula yeni başlayacak veletler, bahçe duvarında topraktan pasta yapan kızlara hava olsun diye yüksekten konuşuyordu yeni aldıkları kramponları ve bekliyorlardı akşam eve dönecek babaları. İçlerinde babaları başka şehirlerde olanlar da vardı, onlar daha rahattı, herkes yokuştan inen arabaları görerek, tek tek koşuştururken evlerine, onlar son gelecek babayı bekliyordu sokağın yalnızlığını tatmak için. En çok onlar için yağardım o akşam vakitleri. Yalnızlıktan değil ıslaklıktan korksunlar da evlerine seğirtsinler diye.

Bazen öğlen yağardım tabi. Belli etmemeli çocuklara. Çünkü çocuklar çoğu şeyi anlardı o yaşlarda. Anlaşılmamak için epey çaba sarf ediyordum. Öğlenin sıcağında, maçın ortasında, pastaların süsleri yapılırken ansızın beliriyor, o küçük ağızlardan yediğim küfürlere aldırmadan çağlıyordum o minik şakaklarda. En küçük olanın ensesinden sırtına sızıyor, “Oğlum yağmur yağıyor lan!” sözlerine aldırmayan çocuklara inat olsun diye bir anda çöküyordum olduğum yere. Arada bir dua eder gibi bakışlarla karşılaştığımda maç bitene kadar erteleniyordum, ama er ya da geç hislerime hakim olamadan damlıyordum yoğrulduğum yere.

Bazı yıllar korkutuyordum da, sıfat ekliyordu bilim adamları ismimin önüne, “Bu sene hava kirliliği var, asit yağmurları geliyor, yağmurlu havalarda dışarılarda gezmemek gerekiyor.” diyordu haber bültenleri. Benim haberim yoktu ama bu mevzudan. Öylesine düşüyordum yer yüzüne.

Lafı fazla uzattı yağmur, şimdi sana dönelim.

Sen hangi okuldan gelmiştin? Hangisine yazıldın şimdi? Hangi servisi kullanıyorsun?

Sesin hala çınlıyor kulaklarımda, sahi sen nereden gelmiştin? Baban sürgün edilmişti değil mi? Antalya mıydı? Yoksa İzmir mi?

Bin Ağrıya Bir Ağıt

Kalksa da geçse şu üşüyen ateşin başına

İçimdeki sıkılgan ve bir o kadar doğurgan korku

Elini uzatsa da yaksa kendi canını

Acısını hissetsin diye o güzel ismin vücudu

O ki her dert onda, deva da uzakta değil

Ama uzak yakında, ardı ardında ve dağ başında

Bir korku ki her anda ve yakında

değilse de yaklaşmakta

Kalksa da geçse şu içime sinmeyen ateşin başına

İçimdeki şu utangaç ve bir o kadar haklı özlem

Ne olur diye yalvarsa, ne olur!

Yakma artık sık sık boğazıma giden ellerimi

eksi kırklarda dolaşırken sokakları

Yüzünü görmek için uzattığım yolları

Hayaliyle koşuşturduğum ırmak kenarlarını ve

komidinden devşirme sörf tahtamı

Yakma artık ne olur

İçimde büyüyen rüzgarları

Öldüyse şimdi, gerçekten öldüyse

Ne olacak şu yirmi yıllık körpe vücudu

Kalksa da geçse şu gözlerimi yeşerten ateşin başına

İçimdeki şu bakire ve bir o kadar şuh sevgi

Sulak yerde yetişmese de o devrimci otlar

Temizlemeye çalışırken mezarını beş liralık bahşişe

Somurtkan yüzlü arsız veletler

Ne verirsen abi uyanıklığıyla ismine sövecekler

Duymazdan geleceğim bense

Lanet olacak her içime çektiğim nefese

Çünkü hatıraydı korumak gereken bekaret değil

Kalksa da geçse şu öldüresiye dövülmüş ateşin başına

İçimdeki sağır ve bir o kadar geveze uyku

Sen diye dinmese bilinmez bir mekanın uğultusu

Yine de sen diye devrilmese o demirden putlar

İçinden geçtiği iki yanında aslan figürleriyle bir koridor

İkinci tekilden sıyrılsa da bilinse

Ayakların altından süzülen bir zeminle

Uğrak bir çıkmaz sokağa çıksa sen diye

Yani dese ki kalkıp boylu boyunca uzanan bir dilenci

İki yüzlü dilenci

Hissikablelvuku

Nereden sokuldu bu his koynuma

Ne bu cinnet kovuğu başımda

Vursa boynumu da uyansam, kahpe kabus, sorgu

Kalksa da geçse şu ateşten perişan ateşin başına

İçimdeki şu yüz bin tonluk küfür ve yargı

Salkım saçak yağmurların altında yağmalanan

Ahraz. Bir enkaz, bir saz, devasa bir bağnaz

Söndürse diline değmeyen bir nefesle

Dindirse kederi, dumanı tüten bir keşişle.

Ruhi ve Üç Bin Yüz Yetmiş İki Yaşında Bir Kadın

Ne umursamaz bir adamdı.

Önce kendini bulmaya çalıştı,

geçen sefer de denedi,

yine olmadı.

Kendini bulduğu insanlardan da kaçtı üstelik.

“Bu nesil benim neslim değil.

Yanlış zamanda yanlış yerdeyim” derdi.

Dediği kadar vardı.

Biraz fazlasını söyledi fakat hiç farkına varmadı.

Çok zeki değildi.

Ama geçmişe duyduğu özlem bildiğinden değil,

gördüğündendi.

Çığlıkları yankılanırken daracık bir hücrenin duvarlarında,

var olduğu kadar yok olmayı fark etmenin verdiği huzuru

kamburunda taşımaya çalışırken yoruldu.

Hiç dert etmedi, bilmem kaç kilometre bölü saat ile esen lodosa

devrilmedi de üstelik.

Kaçtığı yerlerde ağaç kovukları

buldu her birinde bir asır saklandı.

Son kovuğa saklandığından tam yarım asır geçti, çıktı.

Uykusunda neler değişti diye bir dakika bile düşünmedi.

Onun devri değildi.

Belki de gelip geçmişti de farkında değildi.

Ahir zamandı çünkü, devirler bir hafta sürüyordu artık.

İki sözünden biri “Tarih, tereddütten ibarettir.”

Ne garip adam!

Bekleyerek geçmişi geri getirebileceği fikrini nereden edinmişti?

Şanslıydı.

Hala kesmemişlerdi saklandığı ağacı.

Sadece bu kadar şanslıydı.

Etrafına bakmadan yalınayak koştu.

Nereye gideceğini biliyordu.

Belki de bildiğini unutmamak için uykusunda sık sık bu yolu tekrar ediyordu.

Koşturuyordu,

ayakları onu nereye götürüyordu,

koştuğu yerde ne bulmayı umuyordu?

Emin adımlarından belli. Ne yaptığını biliyordu.

Tam denizin kenarında bir anda durmak zorunda kaldı.

Sanırım artık devrinin geri gelmeyeceğinin farkına vardı.

Ama gülümsedi.

“En azından” dedi,

“En azından seyyarlar ölmemiş, buraya kadar,

yüzyıllar boyunca yapılmış bir muhalefet var en azından!”

Bir karton bardakta çay aldı, ikramdı.

Denize en yakın ve en uzak noktaya,

betona oturup ayaklarını aşağı sarkıttı.

Düşünmeye başlasa düşünmeden edemezdi.

Bu yüzden erteledi.

Yanında bir kadın belirdi.

“Bodrum katlarda günahlar birikir.”

Ağlamaklı sesiyle bir mendil istedi.

Cebinden ipek mendilini çıkardı, kadına uzattı.

“Bodrum katlarda cinayetler işlenir.”

Oysa o mendili kutlu bir amaç için saklamıştı,

ama artık önemli değildi.

Zaten devirden umudu kesmiş,

öylesine bir yerde,

seçilmemiş bir saatte ölmeye karar vermişti.

“Bodrum katlarda bisikletler eskir.”

Zamanın devinimine ettiği mukavemet,

bedenini çürütmüş olacak ki

az önce kanlı canlı görünen adam

ruh gibi bembeyazdı. Titriyordu bir de üstüne.

Elini yıkamak istedi, denize eğildi,

galiba esnekliğini kaybetmişti,

bir anda kendini denizin dibinde buluverdi.

Yüzme de bilmiyordu, neydi bu deniz sevgisi?

Dibe doğru batmaya başladığında

kadının dudağındaki son cümleyi duydu,

“Bodrum katlar karanlıkta gizlenir.”

Koltuğumda Oturuyor, Karşımda Bir Orman Görüyorum

$REAUFWX.JPG

Karşımda bir kişi mi oturuyor iki mi bilmiyorum, her halükarda bana benziyor.

Jestleriyle, mimikleriyle tam bir narinlik abidesi. Bir kişiyle mi konuşuyor kendiyle mi, her dilde ve renkte muhabbeti devam ediyor.

Her bir notanın köklerinden damlayan serin pınardan kana kana içmek isteyen kim, nereye doğru bakıyor?

Buraya ne zaman geldi, dikkatim üzerimde değildi galiba etrafımda olan bitenden bihaber bir şekilde, çayın hala 1 lira olduğu mekanlardaki gibi bir iskemlede oturuyorum.

Sağımdan ve solumdan geçen saydam ruhların çehrelerini yakalamakta zorlanıyorum. Karşımda bir ordu mu var, gözlerim kazanmanın önemsiz olduğu bir oyunda mı, tarihsel bir serüvenin yansıması gibi bir çerçevede yüzüyorum. Kafamın içinde mi yürüyorlar, bulunduğum odanın zemininden bu kadar sesin çıkması mümkün mü? Belki de fazlaca abartıyorum.

Bir hayalin yansıması bunlar. Daha önceden yaşanmış gibi hissediyorum. Galiba yine bir savaş başlattım, diplomatik sorunlarda soğukkanlılığımı koruyamadığımdan her seferinde yeniliyorum.

Elli Beşinde Seyyar Sakıp’ın Mahalle Eşrafından Zihni ile Söyleşisi

Ben sokakta limon satıcısı,

İyi para var dediler.

Seyyar bir araba ile giriştim işe.

Belki 25 sene önce

Nereden başlasak, nasıl bulsak da bir sermaye,

En azından bir işe girişsek diye kırk damla düştü gözlerimin altına, gözyaşı diye;

ama terdi belki de.

Dudakları ıslatan tuzun yoğunluğundan seçilir mi hangisi olduğu,

düşündüm durdum o zaman, daha da düşünürüm.

Durmak zamanı değildi o zaman,

Yürüdüm, hatta yürür adım, koştum

En son ne zaman gözyaşımın tadına baktım,

Ne zaman alınterimin tuzuna vardım

Zaten evde bekleyen iki çocuğun

elleri açık sokaktaki veletlere.

Bir çikolat alıyorsun zar zor tutuşturuyorsun açık ellerine,

bulup buluşturup iki ediyorlar, yiyorlar mahallece.

Onlar da anasının çocukları, kızamıyorsun,

daha da seviyorsun, seviniyorsun üstüne.

Anası iki bardak bulgurdan pilav yapacak,

sebzesi yok,

komşu ister bir buçuğunu

-İstanbul’da bir buçuk mevsim zor-

bizim yarım bardak pilava kureyş okur da doyurur bizi yemekte.

Ah şu geçim davası,

boyadı ellerimizi nasırlara

Böyle süredursun,

şikayet etmenin sırası değildi zira

Hala da değil ha!

Bir büyüsün evlatlar,

hayatı onlara adadık ya

Eski teypte çalıp duracak

bir kaset alamadık on yıl boyunca,

Yollar yollara kavuşsun, yıllar yıllara

Yarın erişelim de bir hakkın divanına.

O zaman şikayet ederiz bizim veletleri

ancak yaradana.

Elinde Sinema Makinası Olan Adam

dzigo-vertovdan-gercegin-belgeseli-film-kamerali-adam-7.jpg

Bir gözüm ben. Mekanik bir göz. Ben, makina, size ancak benim görebileceğim bir dünyayı açıyorum. Kendimi bugün de, bundan sonra da insana özgü o hareketsizlikten kurtarıyorum. Hiç durmadan hareket ediyorum. Nesnelere yaklaşıp onlardan uzaklaşıyorum. Süzülüp altına giriyorum onların. Koşan bir atın ağzı boyunca koşuyorum. Düşen, yükselen nesnelerle birlikte düşüp kalkıyorum ben de. Karmakarışık hareketler, en karmaşık biçimler içinde hareketleri sıraya kaydederek dönen benim: Makina.

Zaman ve yer sınırlamalarından kurtulmuşum; evrenin her bir noktasını, bütün noktalarını, nerede olmalarını istiyorsam ona göre düzenliyorum. Benim yolum, dünyanın yepyeni bir biçimde algılanmasına giden yoldur. Böylece size bilinmeyen bir dünyayı açıyorum.

Dziga Vertov

Göz Kapaklarımdan Başarısızlığımın Tahliyesi

Gfcggxxthvj.jpg

Zehri bir yaygarayla koparttı içinden,

düştü dilinden serzenişleri.

Bir kez daha küçük düşürdü beni.

Bunlara katlanmak için karşılığında hiçbir şey almıyorum.

Neden hala yanındayım diye binlerce kez

ayna karşısında derin sohbetlere giriştim,

fakat bir yansımayla sohbet pek derinleşemiyor ne yazık.

Her seferinde birkaç sudan sebep bulup geçiştirdim,

soru sormaya mecalim kalmayana dek yüzümü inceledim.

İnceledikçe kendimden, yüzümden, benliğimden tiksindim.

Aynaya belli bir süreden fazla bakınca

aynadaki yüzü tanıyamaz hale geliyor insan.

Bu da kim oluyor diye bir soru geliyor zihninin derinliklerinden.

 

Sen bensin, ben benim, biz beniz, her birimiz birer soluk beniz.

 

Kafam hafif dumanlıydı, nereden geldiğini bilmediğim bir ses,

belki bir hissiyat tarafından yönlendiriliyordum.

 

Bir kez vurdum kafamla aynaya,

tedirgindim, bilmediğim bir evin kapısını çalar gibi.

İkinci daha cüretkardı,

bir komşuydu kapının ardındaki,

yoğurt istiyordum, annem akşama ıspanak yaptı,

yoğurtsuz yiyemiyordu küçük kardeşim.

Üçüncü bir hınçtı sanki,

aldatılan bir erkeğin hesap sormak için yumrukladığı bir kapı,

kapının ardında arsız bir kadın vardı.

 

Tam o anda kırıldı ayna.

 

Ben acımadım nefsime, ayna acımadı yüzüme,

kesti göz kapaklarımı,

on dört dikiş yakıştırdı o hassas yere bir saniyede.

 

Şimdi herkes neden yaptın diye soruyor.

Cevap bekliyorlar, mantıklı bir açıklama istiyorlar,

sanki bana göre mantıklı olan şeyler

onlara  göre de mantıklıymış gibi.

 

Herkes gitsin, bir kişi kalsın yanımda,

o da eğilsin de kulağına söyleyeyim.

Kanımda keskin bir başarısızlık var,

aksın gitsin istedim,

bu kibri içimden

ancak böyle tahliye edebilirdim.

Dertlere Deva İşçiliği

IMG_5420.JPG

Bir dert sarmaşığı sardı etrafımızı ve nasıl kurtulacağımızı bilmiyorduk bu sıkışmışlıktan. Bir batakta çırpınıyor, çırpındıkça batıyor, battıkça bağırıp çağırıyorduk o meşru isimleri. Her birimiz dudaklarımızı akşamdan kalma küfürlerle kanatıp, gül diziyorduk dizelerimize ve kimse kimseyi tanımıyordu o meşhur olan meşru saatlerde. Kimsecikler yoktu, kimseler kimseleri sevmek için -tanımasa da sevmek için- çabalamıyordu.

O anda mı çıkagelmişti o meşru isimlerin sahibi bilemedik. Çekti bir tankerin küçücük deposuna koca bataklığı. Çığlıklarımız, haykırışlarımız hem öksüz hem yetim kaldı birden, annesi tarafından yetimhane kapılarına yahut cami avlularına terk edilmiş piçler gibi. Kimdi bu zamansız sahip? Fosforlu ceketiyle bir çöpçüyü andırıyordu, fakat bir ayağı topal. Belediyenin engelli kontenjanından girmiş işe belli dedi içimizden biri. “Ruhumuzun yolları önüne engel, örülen duvarlara düşmanlığından belli.” Ah şu meşhur tatlıcılar, viran kasaplar, devrin kaplumbağaları, kana susamış sivrisinekler. Şimdi kökü kurumuş bataklıkta hep birlikte bir çamur banyosundan medet umuyor gibi görünüyorduk, bedenimizin gayrimeşru ağrılarına.

Yarı tanrılara söz geçmiyor, volkanlar çağlamıyor, darağacı daha sevimli görünmüyor gözlerimize. Sevgi taşlandıkça (toplumun toplu günah çıkarma törenine dönüşmüş bir eylem) çığlıklara boğulan, fakat günahı çıkmayan, bir yosmaymış, şimdi ağlasak da, can çekişsek de, hatta ve hatta ölsek de çağlamıyor yarım kalmışlığımız.

Gündelik kepazeliklerimiz, ateşten gürzlerimizin altında ezilsin, bekliyoruz.

Yer Altında Ruh Sergisi

IMG_0256.JPG

Ben! Ben kimim? Nerede hiçliğim?

Yüzüm nerede? Nerede benliğim?

Karşında et, kemik, kandan bir kukla gibiyim

Ah şu düşünce iltihaplarım,

Dertlerim!

Binlerce deniz olsa şu sefil bedende,

Dolduracak…

Hiç yer bırakmayacak iniltilerim.

Gülüyorum, çünkü elimde değil,

Ben bir kişi değilim.

Tüm kadınlarda akşam yemeği

Erkeklerde sevgi gibi.

Maktul benim, ellerim!

Eriyen ellerim.

Güzel gözlerin.

Hepsi benim.

Böyle olsun istemedim.

Ölmek diye bir şey varmış,

Ben bunu istemedim.

Sadece az bir derdim vardı.

Gülmek istedim.

Ellerin boğazımda.

Ölümden güzel değilmiş sevgin,

Toprakta, artık belliyim.

Bitmemiş Bir Resme Teslim Oldum, Suçsuzum

Nerede çizildi bu yüzündeki çizgiler,

Ne ara yaşlandın bu kadar?

Aynaya bakmak gelmiyor içinden.

zemindeki desenleri inceledin bir süre.

İnceledikçe inceldin.

İplerin koptu belki de dağıldın.

Durdun sonra. Dünya durdu,

zaman durdu, kalbin durdu.

Ne oldu diye soruyorum sana,

ne oldu?

 

O düğmeye sen mi bastın?

Asansörü sen mi durdurdun?

Kabul, bütün yaptıklarını

ve dahi yapacaklarına sonsuz kere kabul

Yine de senden rica ediyorum

Beni tamamla.

 

Belki havalandırmadan çıkan

Düzensiz seslerden bir armoni beğendin de

Dile getiremedin.

Parti parti düştün zemine.

Güzel dizilsin diye

Kelimeler ses tellerine,

Hafifçe öksürdün.

Sonra bambaşka şeylerden

Renklerden, filmlerden,

Su kaplumbağalarından konuştun

 

Ki ben, utangaçlığıma

Bir isim bulmak için sözlüklerden

Yıllarca gözlerimi ayırmamıştım

 

Sen ise asansörü durdurdun.

Belki de yanlışlıkla yaptın.

Ama bir kere durdurdun.

Korkunu gizlemek için mi bunca zaman,

Bir kere bile yüzüne bakmadığın

Benimle konuşmak zorunda hissettin.

Bu zulme değmezdi ama olsun.

Ben gocunmadım, sen de gocunmazsın umarım.

 

Ben yine çöplerini toplayayım sabahları.

Uyanamazsan sorun değil,

Senin çöplerini akşamları da alırım.

Benim işim bu!

Bir de arada resim çizerim.

Öyle güzel yüzler çizemem ama.

Senin gibi ruhani tablolar çıkaramam

Eşantiyon tükenmezlerden.

 

Olsun ben yine de çizerim.

Sadece sen çiziyorsun diye çizerim.

Zaten hiç bitiremem resimlerimi.

Yarım diye ruhum,

Sevemem seni.

Ama yalnızca sen bitir diye

Yarım kalabilirim.

 

Sensiz yaşamak eskizliktir,

Beni mutluluğa boya!

Renk kullanımın önemsiz,

beni önemli hissettiğin bir anda

Pastel zamanlara boya.

Sokak Çocukları ve Eski Dostum Mermer

Ah şu memur düşünceler.

Nerede kaldı yalnızlığımızın orta kahveleri?

Üç kuruş denkleştirip satın alamadık

şu üzerinde yattığımız kaldırımları.

Bilirkişiler gezdi buralarda,

yağmur vardı,

şemsiyeler vardı.

Bir de battaniyeler ıslandıkça

cesetlik iddiaları çağlardı.

-Etrafını çizelim.

Çabuk olun, bir tebeşir bulun.-

İnsan küçükken

ölmekten korkmuyor anlaşılan

ya da bunu bir rolden ibaret zannediyor.

Ayaklarımız acıyor,

kuru yerlerde yağmurun hükmü hiçe sayılıyor.

Fırtına bastırıyor,

bulutlar inancımızı çürütmeye çalışıyor,

sanki bir küf denizinde

ekmek içinden bir sandala binmişiz,

bu derin koku

yavaş yavaş üzerimize siniyor.

Kelimelerimiz bitiyor ne acı.

Tazelemek için gönderilen bardaklardan

haber alamıyoruz.

Nerede kaldı kahveler?

Biz iki orta türk kahvesi söylemiştik.

Korkuların varacağı son liman

Camların üretildiği ortam.

Neden bu bardaklar yarım?

Sana çok alıştım, artık yapamıyorum.

Neredesin sevgili yalınlığım?

Görüntü Devriyesinde Bir Zatın Kimlik Kargaşası

Evvel zaman içinde bir bilmece, sesin kesik,

dikiş gerekli; iğne, iplik, dert ve hiciv.

Aynası kibir, vitrini tahmin, terzisi tenkit

Durma öyle belirsiz, söz ver, şehri ruhsuzlardan özgür

Bir mısra haline getir, tükettiğin heybeden!

Ezil, edebiyatın ruhundan da fakir.

Ruhun devrik, zehrin çiçek bezeli şiir,

dikiş gerekli; iğne, iplik, şan ve kibir.

Cebri kesir, ziyneti teşhir, zihni taksir

Söz ver, şehri şairlerden özgür

Bir kale düzenine getir, azmin haybeden!

Dik dur, ibadetin de başka alengir.

Hastane Koridorlarında Cehennem Kokuları

Kalıp üretmeye muktedir kalıplar

Üzerimdeki; yüzlerce yıllık bir koku

Kemiklere düşman bir ağırlık

Varlık düşmanı yoksulluklarım

Orman dini, kuralları katı

Çıralar ve ruhum arasında

Perçinlenmiş bir bağlantı elemanı var.

Çağdaş yapılar dizilmiş,

Çatıların üzeri bulutlarla çevrili

Bir yağmur bekliyorum beni kendime getirecek

Nereden, nasıl geldin diye sormadan

İçeri buyur edecek

Ağrılarla dizlerim arasında

Kaybedeni değişen daimi bir savaş var.

Bu bir hücre istilası karaciğerimin üzerinde

Doktorların hepsi hemfikir

-Moralini yüksek tut, içinde kalan bir şey varsa yap.-

Hatıralara düşman kalemler

Yara kabuğu gibi düştü ziynet eşyalarım

Nasıl olduğunu bilmeden

Zamanını kestiremeden

İnsan zihni, sınırları değişken

Tarihle, eylemim arasında

Haklı değil ama gerekli bir sürgün var.

Arama Kurtarma Ekiplerine Çağrı; Dostum Bir Masalda Mahsur Kaldı

Devren satılık kafalarda taş devri,

Zırhı delindi, bir kurşun bile değmemişti,

Keman seslerini susturun,

Bir renk daha teninde erimemeli

Dün yeşil, yarın şimdilik çizgi,

Gün dönümü, duvarlarında ruhlar alemi.

Hepsi birlikte bir demet oldu,

Hem de ucuzdu bağları

Şu sirtakileri kimin üzerinde yapıldı

Ses çıkarmadı zavallı, yarım kalmış özü

Bir kez daha, aşağılandı

Hem de ne aşağılanmaydı.

Hayat pahalı artık, yaş aldı başını

Göğsü parçalandı, ne kadar taşlanmıştı

Kurşun seslerini dindirin ne olur

Bir beden daha bu gürültüden irkilmemeli

Ölüsü budandı, parmaksız elleri delil

Tan ağardı, kanı şimdilik kurudu belki

Kül grisi, yavan isteklerin hepsi

Bir buz perisinin bedenindeydi, çizilmişti

Pervanelerin hepsi ateşte

Beni bu bedenden kurtar ey yaradan! dedi.

-Bunca acım yaradan değil,

Ben diye bir bedende sıkıştığımdan.-

Cenaze Merasiminde Açık Unutulan Kayıt Cihazı

Cenaze törenini kendi düzenlemişti. Neden böyle bir şey yaptığını sormaya fırsat bırakmadan azarladı bizi kaşlarıyla.

Evin bahçesindeydik. Güzel bir kahvaltı masası, cennete benziyordu. Biz kahvaltımızı yaparken biraz daha bekledi merdivenlerin önünde, etrafta gezinirken yoldaki taşları birer birer düzelterek geldi.

Önceki gecenin fırtınası yeni dinmişti içinde. Düzen takıntısını o gece yenmiş olduğunu düşünüyordu. Merdivenlerden inerken fark etti, o kadar kolay değildi. Yerlerde birbiri üzerine rastgele dizilmiş taşları eline geçirdiği bir küçük keserle törpülüyor, tören için her şeyin nizami olması gerektiğini bize gözlerinden çıkan ateşlere şekiller vererek anlatıyordu.

Sustuk. Orada bir sürü arkadaş, aile, okuldan dostlar, hocalar, sevgililer.

Hepimiz bir sinema sessizliğinde onu izliyor, sonraki eyleminin nelere mal olacağını merakla bekliyor, ne zaman ara verecek de sigara molasına çıkacağız diye bekliyorduk. Malum tören alanında sigara içmek yasak. İzmaritlerin nizami dizilmiş ladinler arasındaki küçük göletleri kirletmesine katlanamıyordu. Bunu yıllardır evine gelen bütün cenazelere anlatmaya çalışmış, acılı yüzlerden anlayış beklemişti.

Kahvaltıyı kaldırmış, bütün masaları düzenlemiş, masa örtülerini masalara sermiş, içecekleri yardımcılarına son kez kontrol ettirmişti. Sonunda bitti. Her şey artık istediği gibiydi. Bu karanlık evden çıkacak son cenazenin kendisi olması gerektiğini düşünmüş, böyle bir organizasyona girişmişti.

Üst kattaki Neriman Teyze bir sürü kanepe yapmıştı, koltuksuz masalara dağıtılmak üzere. Bayram havasında geçsin istiyordu tören. “Şimdiki gibi değil… Eski bayramlar gibi olsun.” diyordu.

Kırdığı her bir parke taşından çıkan tozları kirpikleriyle temizliyor. Etrafa uçuşan taş parçalarını ağaçlardaki kuşlara fırlatıyordu. Kuşların etrafı kirletmesine dayanamıyordu. Son bir kaç yıldır kuşları sevmediğini herkes biliyordu. Halbuki evinin girişindeki tabelada iki tane birbiri üzerine ters yüz edilmiş kuş figürleri vardı. Herhalde ailesinden kalma bir saçma kuruntu olacak. Kurcalamadık. Bir dakika durmadı son hazırlıkları tamamlamaya çalışırken.

Bunları önceden yapması gerekmez miydi? Neden bizi bu aptal ayrıntıları düzenlemeye çalışmakla bekletiyordu ki? Ölseydi de gitseydik artık. Herkesin işi gücü vardı. Sevgililer, tekrar sevmek üzere, hocalar derslerine gitmek, arkadaşları barlarda dans etmek, bense ne yapacağımı bilmeden sokakları turlamak, yahut yas tutmak üzere bekliyorduk. Biraz daha beklersek her şey berbat olacak herkes dağılacak, bütün ladinler ateşe verilecekti.

Neden bu kadar hazırlığı önemsemiyormuş gibi davranıyordu. Anlamlandıramıyorduk. Kürsünün etrafındaki dolaşmış kabloları da düzenleyip son kez kürsüde konuşma yapacağını anlatmaya başlamıştı elleriyle.

Sesini duyamayacak kadar uzak, sarılıp öpebilecek kadar yakındık.

Sonunda etraftaki üç büyük hoparlörden bir sesle konuşması başlamıştı. Ses kontrollerini yaptıktan sonra bir kaç cümle anlatmasını ardından ölümünü bekliyorduk. Bizi buraya neden topladığını anlattığı bir kaç cümle zırvaladıktan sonra konu başka yerlere gitmeye başladı. Sevgililerinden biri konuşmanın onlara geleceği korkusuyla lafa atıldı. Naif bir hicivle onu susturduktan sonra konuşmasına devam etti. Konunun nereye gideceği hakkında kimsenin malumatı olmadığı belliydi.

Son sözlerini söylerken takınılan bir edayla “Rıfat seni severim, bu malikane ne cenazeler ağırladı, her birinde ev sahibesiydim. Şimdi ilk ve son kez burada misafirim. Sen benim hiçbir şeyimsin. Hep öyle oldun. Bundan sonra da öyle kalacaksın. Bu bir aile mirası.

Hiçlikler ailesi.

Burayı bana devreden kişinin hiçbir şeyiydim. Şimdi de sen benim hiçbir şeyimsin. O yüzden bu malikaneyi sana devrediyorum” dedi.

Son bir kez, en sevdiği şarkının nakaratını söyledi.

Masanın altından çıkardığı barettayı şakağına dayadı ve kafatasını merdivenin girişine doğru patlattı.

Alkışlar eşliğinde kalabalık dağıldı. Ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Öylece kalakaldım. İnsanlar etrafımdan ışık hızıyla taziyelerini sunarak dağılıyorlar, bense hiçbir şey söyleyemiyordum.

Cenaze işlemlerini tamamladıktan sonra hiçimin, hazır bulunan banyoda kanları temizleyip, tabutuna koydum. Bana böyle ilginç bir görev bıraktığı için mutlu olmadığımı söyleyemem, ama…

Hayatımda ilk defa biri bana güvenmiş ve bir görev vermişti, ama…

Şimdi ladin ormanlarında yürürken elimdeki ses kayıt cihazı düşüncelerimin elektronlarına tecavüz ediyor ama…

Bunları anlatmak zorunda kalmış olmam belki beni güçsüz hissettirecek ama…

Yine de anlatmalıyım. Ben hiçbir şeyim ve ilk defa hiçbir şey olduğum için umutluyum.

Mezar Taşında Tanıdık Yüz

Kömür sürdüm yüzüme

Çatlaklarını doldurdum.

Devrimi yaktım, leş kokuları

Kahrı kahrettim, duvarlarımda sarı

Evet, zaten sarı olan duvarlarıma

Biraz daha sarı, çünkü sarılar çağlamalı

Bedenimdeki dikişler çoğalmalı

Algı yağmaları, yalın ağrıları

Sanrılarım kalbimde doğrulmalı.

 

Sonra yağmur sesinde belki

Belki beş metre bir bezin

-ki desensiz olmalı, beyaz olmalı-

Dikişsiz çehresiyle sevgilim

Zamandan kurtulmalı

Kırıp zincirlerini, tek gözlü gardiyanlara

Kızgın teşekkürlerden dökme

Bir gürzle katillerini taklit ettiğini

Göstermeli, gösterilerin sahibesi

 

Güzel yüzün ve kehribar gözlerin

Çarşaf teninde ruhlar alemi

Koyu macenta akınları

Bizi ve duvarlarımızı mahvetti.

Oysa sarı sanrı

Çok sarı, daha çok sarı

Sokakta kuşlar hakikaten sarı

Mevsimden diyorum herhalde mevsimden

Önümde hazal, uzakta Geyik dağları.

Bizim Mahallenin Şairi Bendim, Önce Sevgilim Sonra Küçük İskender Öldü

Ben, yok oluşların şairi, nasıl öldüm

İnanmadım da ondan devrildim

Sevdim de hakkı nedir diye

-bir ırgatın sırtında yüklü

saatleri gibi horlandım,

zorlandım, tökezimi sevmedim

diye düşündüm, diye düştüm-

Hakkını veremedim.

Ben bir çok ringde

Binlerce zihinle cebelleşip

Devrimi daimi sahiplendim.

 

Barınaklardan saklanır

Bas partilerinden demlenir

Ben yok oluşların şairi

Ne zaman, nasıl öldüm?

İnanamadım diye gözlerimi

Sürme diye taşlarına sürdüm.

Kör oldum diye kendime

Evvel zaman içinden,

Şiirlerden ve filmlerinden

Sahne süzdüm yüzünden

Aklımı çevirdim, belki de kaybettim.

Ben ölü şairlerin yok oluşu

Nasıl, ne zaman değil

Niye öldüm?

Bilmem dedim, cevap verdim

 

-kuru gürültüler yarattım

Tanrı gibi değil, hayır! Yoktan gelmedim.-

 

Öldüm diye hemen

Urgan sarıldı boynuma

Sıkışıyor boynum, kuru gürültülerim ıslak

Gözlerim kızarık

Ben şairlerin ölü yokuşu

Tamam yeter dedim,

Diye öldüm.

Yeniden Kelimesinin İnşaası Üzerine Nişasta ve Biraz Un

IMG_4490.JPG

Acıktım.

Karnımı doyurmak için

Yüzlerce hamle yaptım,

Dünyanın hamallığına

Soyundum, uyandım.

Sırtımda binlerce tonluk

Bir yük vardı, taşıması acı veriyordu,

Uyandım.

Belki orada öldüm,

Burada doğdum,

Belki de böyle olmalıydı, inandım.

Dünya da öldü bence,

Sonra yeniden doğdu biliyorum,

Her şey geçmişte kaldı,

Sadece ben biliyorum.

Önceleri bir harabeydi

Bu ıssız kepazelik.

Yeniden noktası virgülüne

İnşa ettiler bu düzeni.

Başka açıklaması olamaz

Bu acıklı filmin.

Kapıda bıraktılar binlerce garibi,

Belki de unuttular.

Zaman zarflarından

İmla hatasında yüzen

Mektuplar çıktı, içeri almayın

Dedi özet olarak,

Makamlara inandılar, almadılar.

Dışarıda kaldım.

Beni içeri almadılar.

Garip buldukları herkesi

Issız bir saat ortasında

Kaderiyle baş başa bıraktılar.

Onlar öldüler, belki de

Yeniden doğmak için sıradalar,

Ben henüz hayattayım.

Üzgünüm. Zaten nefes almaktan umudu kesmiştim,

Beni hayata bağlayan

Bu oksijen bağımlılığından

Kurtulmaktı, olmadı.

Bugün ölemedim,

Ama yarın öleceğim.

Herkes her gece, gece yarısında ölecek,

Geriye sadece yarım kalan

Dönüşüm fikirleri kalacak.

Şimdi beklemek felaketiyle yüzleşmekte olan

Her bir sabit sayıdan dönüşüm adına cümleler

Duymak ister kulaklarım.

En güzel cümleyi alemlerin en zamansızından duymaksa şimdi…

Şimdi dünyadaki

En resmi makam olan

Rüyalar alemi denetleme kurulundan bir telgraf aldım.

Uyandım.

Harabelerden kendime fonksiyonlar seçtim,

Yanıldım. Bütün haberlerde ismimi duydum,

Ağladım. Evet.

Çok ağladım.

Ben restorasyon fikirlerimle

Kepazelik örneği olarak ilk sıraya yerleşmişim.

Üstelik haber vermeden

Yüz üzerinden bir not vererek karar kılmışlar,

En yüksek not benimki.

Seksen yedi almışım.

Neden yüz alamadığımı sorguluyorum,

Yakarışım bundan.

Haberler bas bas bağırıyor adımı,

Harabelerde yankı, gariplerde tepki.

Ben en ünlü fikirlerin yüzdüğü

Onlarca kitaptan aldım yüzümü.

Kim ne görmek isterse onu gösterdim, özünü.

Şimdi bir günah keçisi lazımdı, müteahhitlere.

İmzamın altında olduğu her zarafet örneği sözleşmeden

Çıkan keskin dişlere geçti boğazım.

Ben öldüm, belki de yenildim.

Acıktım.

Her kurabiye yaptığında annem,

Senin ismini sayıkladım.

Kulaklardan zihinlere

Nasıl bir his verdiğini

Test ettim, oyalandım.

Uyandım,

Bakkal da yakında üstüne,

İstekleri yerine getirmek için sabırsızdım,

Liste var elimde;

-Un

-Yağ

-Nişasta

-Şeker

Kapının önündeydim.

Bakkaldan içeri daldım,

Pek derin değildi,

Kepçenin bıçakları,

Vitrininden mallarını çalamadım.

Kayboldum,

Zamanda sıçradım,

Az önce olduğum yerde

Az önceki ben vardı,

Oraya sıçradım,

Kendimi öldürdüm sandım

Bir nevi başarısız bir yeniden inşa girişimiyle

Sonlandım.

Alarmı kapat artık,

Uyandım.

Kişilik Parametrelerinde Deprem Etkisi

IMG_0922.JPG

Kendinden emin bütün kişilik inşatlarında

konum zaman çizelgesi ve yapılacak işler listesi.

Kaygan zaman, her detayı planlanmış uzun ömürlü hayallerim.

Bir oğulum. Çizdiğin, ortaya getirdiğin.

Temeli kazık, cepheleri pastan biraz yanık.

En etkili yankıların kaynağından beslenmeli

zaruri hallerde kalmış diriliğim. Erilliğim, dişliliğim.

Bir kadınım. Sevdiğinden kopardığın.

Belli etmemeliyim yokluk hissini

zeminimden aldığım darbelere.

Çünkü şimdi ona karşı tepki oluşturan

her etkiden yasa rijitliği beklemekte şimdi cebirimdeki devinim.

Oysa ne mukavimim, ne de göç etmekte kavimlerim.

Ben bir hiçim. Hiçbir şey söylemeye yeltenmediğin.

Eğer her kesinliğin içinde bir hava boşluğu varsa

göstermeli donatılarından bu zelil durumu kirişlerim.

Burulmuş heveslerinden harikalar yaratmalı dizilişlerim.

Bilindik koridorlardan muntazam mekanlara geçmeli zahmet etmelerim.

Ben çizgiyim. Masalarda çürüdüm, verilmedi diye rüşvetim.

Ah bu detaylar, zamane duvarcıları. İp iskelesinde astılar hatıralarımı.

Bilindik dertlerden koyulmuş isimleri, her biri adi paravanlarla bölünmüş hücrelerimin.

Ben devinim. Bu devrin adımı değilim.

Hali hazırları gelmeli önüme belkilerimin.

Ne olur artık kabul edin. Esin, gürleyin.

Bana nefretlerinizden bahsedin.

Hayatı yaşanmamış bu çarpık bilinmişliğe bahşedin.

Bir kere benliğinizin dengesinden dışarıda seyredin.

Evinizmiş gibi hissedin.

Kahvenizi alın, dinlenin.

Tavsiyelere uyun.

Geniş alanlarda sevişin.

Sıvasız duvarlarınızdan düzen taleplerinizi törpüleyin.

Belki inşaatınızdan çıkmalı, inşaanıza gelmeli.

Yinede zemininizdeki yalıtımları sevin.

Su evinizi çürütsün, siz bir bardak için insanlığı katledin.

Bu yüzden üzülmeyin. Ağaçları kesin, kız çocuklarınızı toprağa defnedin.

Sonuçta siyah altın zemini, aldığın derslerin.

Jenerik dertlerden Kennedy kaderi seçin.

Herhangi bir yolda seyrederken üstü açık bir arabada

barışı veya savaşı seyretmeyi reddedin.

Ne yazgı ölüm, ne senin. Yorgun argın dertlerle eve gelin,

dertlilerle evlenin, ah şu zemin.

Ben Zemin.

İndirse suratıma yumruğu,

tutulsa artık verdiği yemin.

Var olmadan yok olma derdinde her bir birim.

Ne rezil bir bilim. Bina bilgisinden azade kişiliğim.

En sevdiğin benim. Bilirkişi dertlerim. Hemzemin.

Zemin. Kendinden emin. Bu Benim. Evet. Eminim.

Ruhu Çekmeye Çalışıyor, Tetik Basınca

IMG_0750.JPG

Yorgunluğundan bahsetmek istemiyor,

yalnızlığından konu açılsın istemiyor.

Sevdiğini görüyor, söylüyor,

herkesten biraz anlayış dileniyor.

Büyük harflerle kurulmuş her cümleyi

dilinden susturucuyla çıkarıyor.

Kiminin kalbine, kiminin beynine

nişan alıyor. Vuramıyor.

 

Kelimeler nereden geliyor?

Şaşırıyor. 29 harften bu kadar anlam nasıl türetilir,

bu kadar kombinasyon nasıl anlamlı hale getirilir,

nasıl bazı kombinasyonlar diğerleriyle bir araya geldiğinde

birkaç farklı anlama gelebilir?

Ruhu mu bu sözlük silahını kullanıyor,

beyni mi ruhunu? Anlayamıyor.

Dünyada yaşamak diye bir şey varsa tarif edin de bilsin.

Ben bilmiyorum.

Dizdiği bütün harfleri arka arkaya ateşe veriyor da

alevinden ısınamıyor.

Isı da yok zaten, bunları nasıl düşünebiliyor?

Farkında değil ne yapıyor, ne yazıyor,

nereye doğru koşuyor,

hangi harflerin birbiriyle düellosundan doğan

kelimelerle koşması gerektiğine karar veriyor?

Soru eklerini insanı yormak üzere tasarlamış dilbilimciler.

Bu hainliğe katlanamıyor.

Her kombinasyonun köklerine kibrit suyu dökmekle

geçse ömrü, dışlansa etrafındaki bütün beyin tecavüzcülerinden,

eleştiri diye bir batağa düşse, hiçbir şeyden memnun olmasa

yeniden başlar bu savaş. Hem de daha bilinçli bir savaş.

Kazananın olmadığının farkında olarak,

vakit kaybı olduğunu bilerek.

Ne acımasız bir hergele şu zaman.

Geçmese, dursa da dövüşü bitse.

Tam da ruhunu dilimden fırlatacakken

silahı tutukluk yapsa.

Ne güzel olur böyle ölse.

Ölse de yenilse.

Doğmak Mezardan Çıkmaktı, Yanlış Anlayışlarımızın Azabını Ömür Boyu Çektik

Binlerce hayat içinde binlerce hata sürdüm gözlerimin altına sürme diye.

Devrildim de devrim değildi ismim, çok güldüm.

Çok ağladım, evrildim.

Bilincimi kaybettim, sağa sola çarpa çarpa yürüdüm.

Yolumdaki canavarlara son günüme kadar direndim.

Artık bazı adımlarımdan emin değilim.

Adım emin değil,

alın yazım evin değil.

Çokça rezil,

çokça eril,

biraz değil fikrim

çok zelil.

Yalnızlığımı nereden attılar bu gökyüzüne,

hangi rüzgar getirdi intihar mektubumu ayağımın dibine?

Bu içimdeki çirkinlik hanginizin elinde?

Yüzüm yanıklar içinde, zikrim dağıldı, kelimelerim yüz ton.

Ağırlıklar tenimde.

Küf kusuyorum,

kan terliyorum,

ruhumu alıyorlar damarlarımdan

tahlil yapacağız diye.

Beni hanginiz öldürdü söyleyin de bileyim.

Cesedim kokmadan katilimi bulayım,

lütfen söyleyin,

bakın zebaniler bekliyor ayaklarımın dibinde.

Siz de görüyorsunuz değil mi?

Şimdi tekil dertlerim kimin tekelinde.

Lütfen beni biri bulsun,

bir ormana attılar beni,

ellerim bağlı,

hareketsizim,

yatıyorum.

İçim karanlık.

Omurgamın üzerinden tanıdık sesler geliyor,

bağırıyorum;

-SESİMİ DUYAN YOK MU!

Sirenler Çalıyor, Ruhumuzun Arka Sokaklarında Ambulanslar Ağlıyor

Şirk dedi, sustum

Yeter artık devrilme omzuma

Ölü şairlerin de cesetleri kokar

Burnunu çekme

Sızlar kemikleri yenidoğanların

Umut diye bir laf-ı güzaf

472 fahreneight yüzgörümlüğün

Şirk dedim, artık yeter

Sus

Papatya kokardı omzun

Dudaklarını çekme kalsın dilimin ucunda

Bir kelime söyleyeceğim sana

Ruhuma değdiğin zaman

Ama konuşmayın ne olur

Şirk diyoruz

Sadece susun.

Gökten Düştük, Yağmalandık

Kuru gürültüler, ıslak gözlerim kısık

Yalpa adımlar burç değil cenk içimde

Ali cengiz değilim, sefiller dizlerimde çizik çizik

Buzlu birliklerin, güvenlik zaafiyeti

Korku cennetinde yenik müzmin

Vertigo derdi 7. Kattaki peygamber komşusunda

Zemheriler yeşil, gün delik delirmelerim

Hukukun üstünlüğü de bir zincir

Tamlamalar veya tamamlamalar

Benden değil bu sözler üstelik

Üslerimden havalanan helikopterleri

Düşürdün saydam zeminlerime

Sana kızmıyorum henüz

Ruhuna sözüm geçmiyor

Büyük adam olacak bedenim

Ama kulaklarım değil.

Peygamberler Arkadaşlarım İçin de Geldiler

Kaç dilek kurtarır beni bu dizlerimin ağrılarından, kaç gece yeter günahlarımın üzerine yorgan olmaya, kaç kişi sırtlar cenazemi, kaç mermiyle düşer beynimdeki bu başkaldırının sahibi?

Söyle bana Marki neden buradan kurtulmaya çalıştığımı kimse görmüyor? Neden kimse beni anlamak için en ufak bir çaba sarf etmiyor? Sen bilyorsun değil mi beni? En azından sen anlıyorsun.

Bu devrin adamı olmadığımı biliyorsun. İyiliğimi de, çirkinliğimi de… Zihnimde kurşuna dizilmiş onlarca masum insanı nerelere gömdüm, ne zamanlarda onlara dualar ediyorum, biliyorsun. Uzun zaman oldu, anlaşılmak için çabalarımı bir bir ağır aksak kaldırımlardaki parke taşlarının çatlaklarına bıraktığım. Bütün ruhumu süzdüm bedenimin ağrılarıyla. Kulak ağrılarıyla. Çok hakka girdim, bir demir kadar yoğundu fikrim, Allah’ın en sevmediği günahlarla seyreldim. Eğildim, doğruldum, yoruldum. Sen beni anlıyorsun.

Düzene küsene nereden bu hain saldırılar? Gecelikle molotof. Genellikle kundak. Gecelikle içilen bir şişe konyak.

Ama ben anlıyorum onları. Onlar da yorgunlar. Genlerindeki yorgunluk vücutlarında binlerce bende gizleniyor. Seviyor, sevmiyor.

Seviyor, sevmiyor.

Sevmiyor çıkıyor, dışarıda beni bekliyor.

Belki de beklediği kadar elzem görülmüyor. Olsun. Yine de onlar da yorgun biliyorum. Kafataslarında bir buçuk kiloluk bir yorgunluk var, göğüslerinde 250 gram.

Belki de putlarımız devriliyor.

İbrahim geldi belki de. Sadakat bekliyor.

Başından Geçenleri Geri Döndürme Çabası

Yorgunluk değildi bu istilanın hissi

Fikrim salanıyor, depremin dengesiz, ben belirsiz

Ruhsuz ve renk yoksunu diğerleri

Nasıl da yerle bir etti silahsız adamların

beyinlerinde yüzen mermilerin sahibini

Hepsi sergi, hepsi sanat eseri

Elleri günahlar içinde

Gözleri bir peri

Bodrum katlarda yere serilen günahların

Sahibi de aslında terli

Islak yeryüzünden sızan bir kaç damla yürüdü, geldi

Rutubetli duvarlarında peygamberlerin isimleri gizli

Tuğlalarımı rastgele diz, beni yerle bir et

Derdim değil et, kan, sinir, dert

Sersefil hucurat belli değil izleri

Önünden geçen sadece bir maskeli serseri

Rüzgarlar sızar kapılarımdan

Perdelerim uçuşur

Devrilmiş her putta İbrahim’in fikri emniyeti

Sere serpe devril yere

Toprak değil bu

Beton evli

Peşin hükmü yendim, şimdi geldim

Derin bir kuyudan çıktım, gizlendim kardeşimden

Nerede bulsa beni korkarım şimdi

Vuracak beni alnımdan yahut

Saçımı kesecek

Keşişleri sevmem diye her seferinde

Beni bir kaç kez daha öldürecek.

İskeletim, Sitemim

Betonarme bedenim, kemiklerim kibrit

Delik deşik ruhumda yamalarım belli

Kuşluk vakitlerinde uyuma, delirirsin derdi

Babam öldü benim, bazen annem

Toprağa düşen ellerimi karıncalar yedi

Başlangıçların sahibi, son kez değil

Gök ışıkları mavi, bence bazen sarı

Tavan aralarında komplolar gizli

Yergilerin derdi belki de şarkılarım

Bir kaç nota yukarıdan dileklerle deliririm

Henüz geç değil ama erken de sayılmaz

Daha çok, çok, çok yenilirim.

Ev Sahibi Çıkın Dedi

Kalbimin ortasında yoğun bir sis bulutu, misafirdi, galiba yerleşti. Dört bir yanım sarıldı, kara günler üstüme geliyor.

Sıkıştım bu gecekonduya, belki elli yıl önce terk edilmiş. Sanıyorum sahibi bir anda zengin olmuş veya ölmüş. Dolaplarda bakır tencereler, içindekiler kurda kuşa yem olmuş.

Birgün buradan çıkacağım, kara günlerin içinden geçip gideceğim. Aydınlık günler değil hedefim, neden yaşadığımı bilmiyorum. Zamanla ilgili derdim. Yalnızca bir kaç yıl geriye gitmek istiyorum.

Gölgelerin Savaşında Maktül de Suçlu

Şehir yağmur altında. Göklerde binlerce savaş uçağı, yanyana dizilmişler, üzerimize bombalar değil, yağmur taneleri bırakıyorlar.

Bir tanenin ortalama hızı iki yüz kilometre bölü saniye. Her biri yeryüzüne düştükçe bir mermi gibi toprağı deliyor. Şehir düştü, düşecek.

Herkes şimdi ne olacak diye sığınaklarda bekliyor. Gözler din adamlarında, yağmuru durduracak bir dua bekliyorlar. Din adamları kıyamet bölümlerinden okuyorlar.

Kitapların sayfaları katlanıyor, origami ustalarının ellerinden uçaklar olup çıkıyorlar. Yeryüzünden bir karşı saldırı fikri doğuyor.

Doğumun çığlıkları göğün yedinci semasından duyuluyor. Herkes sığınaklardan çıkıyor.

Hepsinin şakağında bir delik beliriyor. Damla nereden geldi, herkes neden öldü, bilinmiyor. Mezar taşları bile ağlıyor.

İnsanlık bir gecede böyle yok oluyor.

Ağabeyim Bana Küstü Mü?

IMG_1111.JPG

Ben hep çok küçüktüm. Kendi gözümde, belki özümde, belki de hiç önemseyen o büyük adamların konuştuğu gibi olan sözümde ben hep çok küçüktüm. Bunun da er geç farkına varacak diye insanlar hep sustum. Ağabeyim dedi diye susmadım. Korkudan sustum.

Onun yanında hep bir rahatsızdı oturduğum koltuk, her zaman otururdum oysa o koltukta, en sevdiğim koltuk. Ne dertler devirdim o koltukta, ne aşkları yendim, ne fikirlerle evrildim. Adı belki de saygıydı, rahatsızlık güzel bir kelime değil.

Son konuşmamızdı adam gibi. O hep çok gerçekçiydi. Ben yalandım, hayalciydim. O beni kendisi gibi yapmaya çalışmadı. Ben olmamı sağlamaktı belki amacı. Galiba biraz ters davrandım.

Zamanı geldiğinde yanında olamadım.

Dertlerim bir deryaydı bana göre ona sadece bir su damlası anlattım. Hiç korkmadım düşüncelerinden, ama başını ağrıtmamaktı niyetim . Beni dinleyen zaten vardı. Hiç aklıma gelmedi mi acaba onu dinleyen var mıydı diye? Derdini anlatabileceği bir dostu, bir yakını, sevdiği.

Hep içinde yaşardı.

Zevkli adam zaten, hayat diye bir şey verseler aramızdan bir tanesine, en güzel o yaşardı.

Konuşmak istiyorum onunla. Arkadaşı olmak istiyorum. Beceremiyorum. Ben kimseyle arkadaş olamıyorum. Dert dinlemekten kaçıyorum belki de. Hayattan kaçıyorum.

Ağabeyim bana küstü mü? Anlamaya çalışıyorum.

Arıyorum, ama arada bir. Rahatsız etmekten korkuyorum. Benden de kaçsın istemiyorum.

Bekliyorum.

Geçecek bunlar galiba. Öyle hissediyorum.

Aklıma kötü şeyler de geliyor ama,

korkuyorum.

Her ne olursa olsun. Ağabeyimi seviyorum.

Hayaletim, Son İsteğim

IMG_9778.JPG

Tavanların çatlaklarında yüzüyorum.

Belki de hiç ayak basılmamış bir sokakta yürüyorum.

Bu çarpık binaların girişlerinden ötürü arka bahçelere düşüyorum.

Sıkışıp kalıyorum.

Yalnız kalmak istemiyorum.

Yapacaklarım vardı benim daha.

Kahrımdan ölüyorum.

Tek kelime edemiyor, çabalıyor, yoruluyorum.

Bin yaşında bir çınar gibiyim, gövdem hamurdan, yapraklarımdan oksijen kusuyorum.

Boğazım yırtılıyor. Kalbim patlayacak gibi. Ritmim bozuk.

Belki de boşuna deviniyorum.

On beş bin peygamberden bir tanesi gelsin.

Yardım bekliyorum.

Cenazemi sen yıka. Yalvarıyorum.

Yaşarken yardımım olmadı insana.

Şimdi zulüm onlara, mezara koyacakları bedenim.

Son görev belki bu, son eziyet eşime, dostuma.

Ne olur beni onlarla ya da onlara bırakma!

Kadife Koltuklara Düşen Kristal Gözyaşları

IMG_9313.JPG

Toplu taşıma araçlarında öğrendi yalnızlığının acısını. En azından öyle tahmin edilebilir bir hali vardı. Küçük bir kızla şakalaşmaktı niyeti, dünyanın bin bir türlü halinden payına hiç iyilik düşmemişti belki.

Bütün babalar tarafından zaten azarlanmıştı yetmişine gelene kadar. Zehirlendi azar yedikçe, öksürdü ağır ağır. Her nefeste düştü, dizleri kanadı. Kanayan dizlerine bir tane yara bandı bulamadı.

Acı bir kahve içmek istedi oturdu bir kahvehaneye. Her mekanda duvarlar üzerine devrildi. Ağlamadı, ağlayamazdı. İnsanlar ağlayan insanlara acırdı, böyle olsun istemedi.

Çocuklarından ayrılmasından epey vakit geçmişti. Bir kere bile aramamıştı, yılların yorgunluğundan dolayı. İçeri düşmüştü belki de dışarı itilmişti.

Devrimin acı tadı ağzında, kırbaçların izleri sırtında. Hiç mutlu değildi belli ki. Ya mutluluğun anlamını bile öğrenememişti. Neden diye bir kere bile soramadı, yanına oturduğu adam bile kokusundan şikayet etmişti. İnsanların ondan nefret ettiğini düşünmekte haksız mıydı? Bir anlığına bile tahammül kalmayan bir dünyada yaşadığının farkına ne zaman varacaktı? Belki de varmıştı da yaşamak için bir süre daha dayanmak istedi.

Bu zamana kadar istediği ek süreler için hiç olumlu geri dönüş alamamıştı belli ki. Aslında kokusunun sebebi ezilmişliğinin keskin kokusu olabilirdi.

İnsanlar hiç böyle düşünmedi. Gözleri yere düştü. Asfaltta ağır aksak bir çatlak belirdi. Yer yarıldı, insanlığımız içine düştü. Şimdi yazılanların hepsi anlamsız.

En derin yerimiz mezarlığımız oldu.

Bir Sessiz Çığlık, Adı: Doğa Ana

Buraya attı beni gökten. Etrafımda bodur ağaçlar. Yerde kafatasları, gözlerimde perdeler. Siyah bir zulmet çökmüş ormanın üzerine. Yalın ayak tekmelediğim ölü saçlar, oyduğum gözler belki de güzeller. Göremediğim her sahneye yazdığım bir eleştiri mektubu, aslında o kadar da eleştirilebilir bir film değil. Sahnenin tozu bir elimde, diğeriyle güller getirdim, ellerim dolu. En yakın mezar nerede?

Şimdi şuradan çıksam göklere kadar yürürüm, fakat ayaklarım bu eylemde tarafsız kalma kararında. Bir sürü kulu var, beni neden seçti acaba? Hükümlerinde ayrılık, zaman karanlık, dizlerim ağrıyor, sırtımda en az yüz kilo bir ağırlık.

Göremediğim her sahnede bir oyuncu, topluluğu azınlık, yalnızlığı yalınlık, üstü başı dağınık. Sesler var, çığlık! Kulaklarımla geldim buraya, arkam dağlık, önüm sığ bir derya. Ayaklarımda dövünen ıslaklık.

Her birimiz başka gemideyiz, halatlarından akıyor deniz, dağlara. Bir ton ağaç çekiliyor ağlara. Özür diliyoruz balıklar, yıllardır sağdık sizi, taziyemiz kalan sağlara.

Kaçmalıyım buradan. Uzaklara, çok uzaklara! Çağdaşlarım çağlıyor, cehaletle, önlerinde gezdirdiği hastalıklı kurbanlara. Rol çalmada usta arkadaki, öndeki saf nasıl olsa.

Ölüm gerek yayalara. Evler önünde binlerce tonluk demir yığınlarına saygı hat safhada. Toprak alındı, göklere taşındı, bir kutu içinde oturan zavallılara saygınlık sağlandı. Kağıtlara karşılık bir deprem çağırıyor doğa ana.

“Gel de kurtar beni bu bağnazlıktan!”

Korku Tünellerinde Aniden Çıkan Şeyler Sevimliyse Dahi Korkuturlar

IMG_9741.JPG

Bodrum kat, biraz aşağısı cehennem. Sefil hastaya gün doğuyor, içerisi soğuk ama aşağısı sıcacık. Bir ameliyathane kapısı!

Yarısı karanlık, yarısı aydınlıktan bozma bir koltuk, karşımda iki adam, birinin elinde yalnızlık, birinin kulağında kulaklık. Ameliyathane önü kalabalık, gözlerim sadece iki kişide, diğerleri bulanık. Namaz kılanın önünden geçenle gelmiş bir kaç iblisle birlikte, üç beş çocuk. Etraf dağınık. Üzerinde kefenlerle içeriden çıkanlar var, bıçaklar bellerinde. Dışarısı karışık, ölüsü sağanak, dirisi karanlık.

Birinin elinde bir bardak, yerde yatıyor, bardağı yastık. Yerin altından, en sevdiği grubun konserini dinliyor. Ayaklarıyla ritim tutuyor, üç beş vuruş, sonra sıkılıyor.

Merdivenden bir adam iniyor, elinde bir makine, silaha benziyor. Etrafta bir denek arıyor. Ağlıyor, sızlıyor. Belki de tam şu anda o da bir şekilde kaybediyor.

Tabanca düşüyor, yerde patlıyor, grubun solisti kanlar içinde yere yığılıyor. Bir adam epey kilolu, sırtladığı gibi ameliyathaneyi, sahneye indiriyor. Kalabalığın yüzüne hastane kokusu siniyor.

Adam düşen yerden silahı alıyor, böyle olmasını istemiyor, senaryoyu değiştirmek için bir kaç kez gözlerini ovuşturuyor. Fayda etmez, gözlerini çıkarmayı deniyor, canı yanıyor, beceremiyor.

Madem ki ölüyor:

Elindeki kitaptan bir pasaj okumak için yüksek bir yerler arıyor. Koltuktaki adamlardan birinin yalnızlığına basarak yükseliyor, diğeri kulaklığının birini çıkarıyor.

Gür sesle, daha önce hiç yapmadığı gibi, kendinden emin bir şekilde, bağırarak okuyor!

“Tanrı, içindeki tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır. Evrenin içine gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatın içine insanı yerleştirir. Ve onun içine koyacak bir şey bulamaz. İşte insan denen tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve en anlamsızı kılınışının hikayesi. Evrenin orasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik bir biçimde Tanrı’yla bezerken, ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği unutması gerekmektedir: Hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır.”

Mark Manson – Ustalık Gerektiren Kafaya Takmama Sanatı

 

IMG_9254.JPGŞık Kurbanlar

Sorumluluk/suç yanılsaması (aldatıcı kavramı), kişilere sorunlarını çözme sorumluluğunu başkalarına aktarma olanağı sağlar. Başkalarını suçlayarak sorumluluktan kaçmaksa geçici olarak kafa yapar ve kişiye kendini haklı hissettirir.
Ne yazık ki, Internet ve sosyal medyanın zararlı yan etkilerinden biri de -en küçük bir meselede bile- sorumluluğu hemen bir başkasına ya da bir başka gruba aktarma imkânı vermesidir. Aslında bu kamuya açık suç/utanç oyunu çok popüler oldu, hatta bazı çevrelerde “cool” bulunuyor. “Haksızlıklar” böyle kamuda paylaşılınca sosyal medyadaki diğer olaylardan çok daha fazla dikkat ve duygusal tepki topluyor, kendilerini sürekli kurban sanan kişiler de bu giderek artan dikkat ve sempatinin etkisiyle ödüllendirilmiş oluyorlar.
“Şık kurbanlar” bugün hem sağda hem solda, hem zenginler hem yoksullar arasında pek tutuluyor. Belki de insanlık tarihinde ilk kez, demografik grupların tümü, kendilerini eşzamanlı olarak haksızca kurban konumuna düşürülmüş hissediyor. Herkes de bu duyguyla birlikte gelen faziletli gücenikliğin kafasıyla ortalarda dolanıyor.
Şu sıralarda, ister üniversitede ırkçılık hakkında bir kitap okuma ödevi olarak verildiği için olsun, ister yerel alışveriş merkezinde Noel ağacı satışı yasaklandığı için olsun, ister yatırım fonlarının vergileri yüzde yarım yükseltildiği için olsun; herkes her konuda hemen alınıyor, kendini bir şekilde bastırılmış hissediyor ve öfkeyle patlayarak üzerine dikkat çekmeyi hak etmiş oluyor.
Medya çevreleri de bu tür davranışları cesaretlendiriyor ve sürekliliğini sağlıyor çünkü neticede kârlı bir iş. Yazar ve medya yorumcusu Ryan Holiday bu bu durumu “porno taarruzu” olarak adlandırmaktadır: Medya gerçek bir mesele hakkındaki gerçek bir hikâyeyi duyuracağına, orta seviyede rencide edici bir şey bulmayı, bunu geniş kitlelere duyurmayı, öfke yaratmayı, bu öfkeyi gerisin geri yine kamuya duyurarak halkın başka bir kesimini de öfkelendirmeyi çok daha kolay (ve kârlı) buluyor. Bu durum iki hayali taraf arasında karşılıklı bok atma yankısı yaratarak hepimizi toplumu ilgilendiren gerçek sorunlardan uzak tutuyor. Politik açıdan her zamankinden daha çok kutuplaşmış olmamıza şaşmamalı.
Şık kurbanların neden olduğu en büyük sorun dikkati gerçek kurbanlardan başka tarafa kaydırmalarıdır.

Ayaküstü Yalanlar

IMG_1381.JPG

 

Seninle ben aynı şehirdeyiz

Bambaşka hayatlar içinde

Birer dizgi,

Belki sezgi,

Sığamadık, dışarı taştık

 

 

Seninle ben aynı soydan geldik

Eğildik, büküldük

Birbirimizi görmeden piştik, yenildik

Üzerimizde şakıyan çekiçlere

Hiç lafımızı esirgemedik

 

Seninle ben aynı dertten geldik

Bir kaç fikir vardı aklımızda

Yoğrulduk, yorulduk

Nereden inceldik

Neden koptuk

 

Seninle biz aynı dizeden geldik

Dirildik, delirdik

Bir kaç mısraya sığmadık

Elendik.

Tortularımızdan sıyrıldık

 

Seninle ben aynı evden geldik

Ne bu öfke, ne bu kin

İtildik, yerlerde süründük

Hiddeti birbirimizden esirgemedik

Evrildikçe evcilleştik.

 

Seninle ben yağmurdan geldik

Yüzlere düştük

Çiğnendik, biriktik, ıslandık

Bundan hep nefret ederdik

Kendimizi dizginleyemedik

 

Seninle biz çok yeniydik

Eskinin ruhuna yenildik

Seninle biz iyiydik.

Şimdi sen iyisin

Ben iyiyim.

Kızların Yaratıcıları; İsmini Çalamadı

IMG_6598.JPG

Dünyayı geziyorum. Her kentte seni arıyorum. Bütün meydanlarda oturup alelade bir taşa senin ismini yazıyorum. Ödevim bu olsun, ölmeden bütün şehirlere senin ismini götürmeliyim. Şehirlerin o kirli taşlarını senin isminle yıkamalıyım.

Yıllardır nerede olduğunu bilmiyorum. Dahası, sormuyorum da. Belki doğru zamanı bekliyorsun. Belki beklediğini bile bilmiyorsun. Dert değil. Ben biliyorum. Eninde sonunda bütün geç kalmışlıklarından sıyrılıp geleceksin. Tam zamanında orada olmanı beklemiyorum. Ben seni olduğun gibi kabul ediyorum. Yine de fazla bekletme, yaralıyım, kan kaybediyorum.

Bir ara sokakta gasp etmeye çalıştılar beni. Dilimdeki en güzel kelimeye dikmişlerdi gözlerini, başka başka şeyler söyledim kurtulmak için. Gözlerimden anlamış olmalılar, inanmadılar. Bir isim sordular bana. Tek kelime edemedim. Korktum. Her isim dudaklarımdan seninle bezeli çıkar diye sustum. Seni alırlarsa neyim kalır benim? Milyonlarca sıfırım, solumda birsin. Sen gidersen biriktirdiğim sıfırları nereye sığdırırım? Ağzımı bıçak açmadı, onlarda biliyordu, konuşmayacağım, aralarından biri bağırdı, sesi çok gür, çok bağırdı. Akşamüstü doğan kızlara isim vermekmiş niyetleri, sonradan söylediler. Ama yerdeydim, ismini tozlu yerlerde zikretmedim, kirlenmedi.

Sonra gözlerimi istediler, meğer kızların yaratıcıları onlarmış. Herkesten en değerli şeyini gasp edip, meşru kızlar yaratacaklarmış. Vermek istemedim. İsteklerime kulak asmadılar. Belki kapatsaydım göz kapaklarımı işleri zorlaştıracaktım, belki kurtulacaktım. Ama malesef, gözümü bile kırpamadım. Yıllardır, seni herhangi bir yerde görürsem diye gözlerimi kapatmamıştım. Alışkanlıklarımdan beni kopardılar. Gözlerimi bir torbaya koydular, sirenleri duydum, ayrı taraflara koşuştular. Merhametin adresi değişti, bir damla kan düştü, dümenim oraya devrildi. Tek kelime etmedim inan bana. İsmini söylemedim. Ne geçmişi ne geleceği görmedim. Kördüm artık, yol kenarında dilendim. Duyguları sömürdüm, kendimden iğrendim. Yoruldum, bir kaldırımın kenarında, ulu çınarın altında durdum, dinlendim.

Artık şehirleri kulaklarımla gezeceğim. Bütün meydanlara oturup alelade bir taşa senin ismini fısıldayacağım. Caddelerde haykıracağım. Her sokağı sana çıkarıp, bütün dünyayı varlığınla tamamlayacağım.

Algılarımız Farklı, Alınma

 

IMG_6423.JPGBugünün tarihi farklı, her zamankinden farklı bir gün yaşıyoruz. Henüz ben hariç kimse bunun farkında olmayabilir, fakat farkında olmadığımız şeylerin var olmadığını da iddia edemeyiz. Tarih tereddütten ibarettir. Her tarihçinin kendine göre farklı olarak söylediği yalanlar vardır ve her insan farklı bir tarihçinin yalanını yaşar. Yazılı metinlerden çıkarılan trajedilerin maliyeti yitik sevgilileri yazarın. Yazmak da bir alfabeden türemiştir, yazan da. Aslında hepimizin binlerce ortak noktası var, ve bunun farkında değiliz. Bir kere aynı yazılı metinlerde geçiyoruz. Nereden geldiğimiz önemli olmasa bile neden geldiğimiz konusunda ortak bir fikre varmalıyız.

Saçma sapan konuşulan, yazılan her sözcük sarf edenden intikamını alacaktır. Bu yersiz intikam merakı değil, yazılmışların ve yazılacak olanların hakkıdır. Algıda seçiciyiz, ağrıda seçiciyiz, geçirgeniz. Ne zaman yanlış yerde durduğumuzu hissetsek, o kadar özgürüz işte. Bir bıçağın sırtını ovuyoruz. Ne de acı çekmiş bıçak olana kadar, en özgürümüz o, acı çekmek özgürlükse.

Eski Bir Tanışıklık; Zaman

Zalim bir hayal gücünün ürünü ne olarak hayat bulmaktaysa dünyada, gücün sahibi de insanoğlu demenin bir başka yöntemi zamanın sevilmesini sağlamak. Zahirin hükmettiği her nefesin sıhhatinden zulme karşı gelen sorumlu olmalıdır ki, sevsin, sevilebilsin diye insanları kendi amelleri uğrunda heba etmesin. Her duygu güzelliği, gerçeği sergilemeden öylece bir bulut gibi dağılabilsin. Bu insanın insan olma gerekliliğinin en güzel dışa vurumu, değerlendirilsin. Ne zamandan yana olmalı, ne zamansız olmalı. Başını kaldırıp yağmurun her bir damlasındaki rahmeti boğazından damarlarına ulaştırmalı. Ona gidebileceği en güzel yolun mide olduğu yutturulmalı. Aynı bizler, babalar ve oğullar gibi her nesil nereye kadar yanılabileceğinin farkında olmalı. Her dünyevi derdin devasında hakkın yankısı aranmalı, bulunmadığında darılmamalı. Kuruntulardan kurtulana kadar kuru ekmeğe talim. Ne kötü! Yanlış yaptığımda derdimin adı; talihim. Karşımda olana yanımda olandan daha çok alındım, darıldım, yararı olmayana sarılmak için çok uğraştım. Hangi yılda kaldım, nereye kadar dayandım, umurumda değil. Bende artık gelecek sadece yarın. Memnun oldum. Ben de yarım.

Bir Kardeş Doğurmak; Maçın Adı Yenilgi

CWPM6392 (1).JPG

Hemen her dakika çabalamakla ilgili düşüncelerimin değişimi huzursuzluğa yol açsa da, içimdeki o nevrotik piçin tüm rahatsız isteklerini uygulamaya koymaya çalışıyorum. Kendimle barışamadığımdan ötürü aynalarla da düşman oldum. Gördüğün gibi bir düşman onlarca düşmanlık doğuruyor. Karşılıklı aynalarda düşmanlık sonsuzluğa kadar erişiyor. Erimiyor, yok olmuyor. Işığın varlığını fırsat bilip, yüzüme bir buçuk ton yumruğunu indiriyor. Gölgelerim yerleri siliyor. Silinenle birlikte silinip gidiyor. Hoşça kalıyor.

İlgisiz düşmanlarım var, her bir hücremden davacıyım, biri bunu yetkililere bildirsin. Yetersizliklerimle yetinmeye çalışsa da aynadaki düşmanım, beni can evimden vuramayacak. Henüz beni tanımıyor. Ben onu çocukluğumdan anımsıyorum.  O da o zamanlar benim gibiydi, ne yazık! Bu zamana kadar az olanla yetinmeye alışmış. Dengesiz bir varlık, karşımda ağlıyor, amma da alınganmış.

Bizim savaşlarımızın zamanı da yeri de belli değil anlayacağın. En mahrem zamanlarda kaldırıp dizine vurulan tekmelerden sakın. Hayret, birbimize bu kadar ırak, bu kadar yakın. Hayallerinden korkuyorum dostum. Beni kendi dünyandan ayır. Zalimlik kanında var, yüzündeki o aptal gülümsemeye yakış da benimle konuşurken oradan tanın.

Tüm düşmanlarım, genetik bir devamlılık hatasından yüzlerini kaybetmiş. Şimdi hepsi yüzümü çalmak için aynada pusuda. Gençliğimden vuruyorlar beni, zaaflarımdan, aşklarımdan. Bir an olmalı artık, kaçmalıyım bu rüyadan.

Gözlerinden akan, timsahtan alınmış, beni en savunmasız olduğum zamanda vurmuş, göklere cesedimi yığmış. Gösterisi rolmüş, kendime fazlaca inanmıştım. Beni yanıltmış. Ben baygınken, ruhumu, rüyalarımı, yüzümü çalmış.

Yenildim işte. Görüyorsun. Ama son darbemi her zaman hatırla.

Sessizliğini sinirlendirdim, bana çığlıklarından bir tane yakıştır. Ardımdan tak, takıştır. En dingin zamanımda yaklaş, en savunmasızken. Yanıma otur, af dile.

Affediyorum. Bana benden iyi bak. Öyle hemen yenilme.

8 Dakikalık Yürüyüş Yolunda Yarım Saniye Yaşamak

IMG_6944.JPG

Umut dolu bir günün akşamında yediğim yumruklarla birlikte yerdeyim. Kalkmak için çok uğraştım.

Kaldırımlardan aldığım yardımlarla şimdi ayaktayım. Suratımda bir yumrukla yürüyorum. Hangi kaldırım beni nereye götürecek bilmiyorum. Buraya nasıl geldim hatırlamıyorum. Hızlı adımlarla, başım önde yürüyorum. Nereye gitmek istediğimi bilmiyorum. Yol boyu küçük ayrıntılarla oyalanıyorum. Taşları sayıyorum. Çizgilere basmamaya çalışıyorum. Hangi figürlerin hangi aralıklarla takip ettiğini tespit ediyorum. Bazı ayrıntılar beni delirdiğime inandırıyor, bazıları bana mutluluk veriyor. Ama yine de korkuyorum. Galiba nereye gitmek istediğimi bilmeyişim buna sebep oluyor. Çok net bir şekilde korkuyorum, fazla belli etmeden yürüyorum. Kaldırımlardan iniyorum, karşıdan karşıya geçiyorum. O kaldırımların arasında yürüdüğüm sığ asfalt yoldan nefret ediyorum.

Yolun karşısında taşlar değişiyor. Çizgiler sıklaşıyor. Basmak zorunda kalıyorum. Her çizgiye basışımda biraz daha acıyla başparmağıma yükleniyorum. Ayak ucunda yürümekten hiç hoşlanmıyorum. Ama yine de o kaldırımdan inmiyorum. Çünkü asfalttan nefret ediyorum.

Kendi kendime konuşuyorum. Ellerimle, yürüdüğüm yollara, köşe başlarına insanlar çiziyorum. Bu hareketlerim beni deli olduğuma inandıramıyor. Daha somut deliller bulmaya çalışıyorum. Kaldırımların arasından başkaldıran otlarda deliller arıyorum, çok küçükler, göremiyorum. Asfaltta da olabilir! Göz ucuyla bakıyorum. Bulsam da asfalta inemem, asfalttan nefret ediyorum.

Aklıma gelen düşüncelerden kaçamıyorum ne yazık. Suratımdaki yumruğu kırık parke taşlarının arasına saklıyorum, sabah buradan tekrar yürüyeceğim, oraya bırakıyorum dönerken alırım. Umarım çalınmaz. Devam ediyorum. O yumruğa bağlandım, beni kendimden uzaklaştırdı. Hep böyle bir şey bekliyordum. Şimdi onu eve götüremem. Annemden korkuyorum.

Ayrıntılar konuşmaya başlıyor. Nereden geliyor sesleri? Taşlar “Dışarı basma!” diye bağırıyor, başta biraz ürküyorum. Ayağımın altından kırmızı bir çizgi geçiyor, yüzüme bakıp, “Benden kaçamazsın!” diyor. Ona pek aldırmıyorum, o kırmızı çizgi asfalta düşüyor. Sararıp yok oluyor. Ben kırmızı çizgiye üzülüyorum. Hayatları karartan, insanları birbirinden ayıran, o hain asfalttan nefret ediyorum.

İçimden biri konuşuyor. Duyuyorum. “Asfalta in” diyor. Nefret ettiğim şeylerle yüzleşmem gerektiğini söylüyor. Bendeki bu gerçekçi, problem çözen yanı pek sevmiyorum. Bana çok didaktik geliyor, didaktiklikten nefret ediyorum.

Kafamı tekrar öne eğiliyor. Ama bu sefer duruyorum. Sokağın ortasında aniden önüme çıkan bir teyzeye bağırıyorum. Poşetleri çok doldurmuşsun!

Galiba onları sevdiğimi anlayabiliyorlar. Durduğum yerde kendime hareket etmem gerektiği emrini veriyorum, bir kere bu emrimi yerine getirmesem ömrümce iflah olmam. Biliyorum. Yerine getiriyor, ben ve iç organlarım harekete geçiyorum.

Bana garip gelen şeyler insanlara da gerçekten garip geliyor mu acaba, bunu yıllardır merak ediyorum, kimseye de soramıyorum. Bazen çok gergin oluyorlar, insanları pek sevmiyorum. Ben bazen bazı tartışmalarda sinirleniyorum. Birden bağırıyorum mesela. Kendime kızıyorum, sinirleniyorum. Kendimle küsüyorum. Ama fazla sürmüyor yine kendime geliyorum.

Sonunda yürüdüğüm kaldırım bitiyor. Mecburen o nefret ettiğim asfalta inmek zorundayım. Bir rögar kapağının üzerine basıyorum, özür diliyorum. “Rica ederim” diye karşılık veriyor. İçten bir gülümsemeyle bu ince davranışı taktir ettiğini belirtir gibi. Samimiyet gördüğüm herkese yaptığım gibi yanına oturup onunla konuşuyorum. Her gün üzerine basan binlerce insanın onun farkında olmayışından yakınmaya başlıyor. Muhabbetten hiç hoşlanmıyor, yanından kalkıyorum. Dün rögardan nefret ediyordum, bugün asfalttan nefret ediyorum. Hızlıca yürümeye devam ediyorum.

Karşıma merdivenler çıkıyor. Uzun aralıkları, bozuk yükseklikleri, rastgele merdivenler. Başta buradan çıkmak isteyip istemediğimi düşünüyorum. Merdivenlerin önünde kendimle savaşıyorum. Bir yanım çıkma derken diğer yanım da onu destekliyor. Desteklediği için o yanımı savaşa dahil etmiyorum. İçimde cihan harbi yaşanıyor, kimse aldırmıyor. Bir ateşkes yapıyorum, belli bir süreliğine, çıkmaya karar veriyorum.

İlk adımımda kırmızı çizgi bağırıyor. “Kaçamazsın demiştim!” diyor. Bu sefer ürküyorum. Mehmet Güreli şarkılarından birkaç kelime hatırlıyorum. Onları içimden yüksek sesle söylemeye başlıyorum.

Bir basamak daha! Bu sefer taş, “Tamam artık boşluklara basabilirsin burası serbest bölge.” diyor. Burası neden serbest bölge diye soruyorum. “Yükseldiğin her yer sana serbest bölge” diyor. Bir kaldırım taşı beni yükselmeye yönlendiriyor. Sözlerini ikiletmiyorum. Hızlı hızlı birkaç merdiven çıkıyorum.

Kırmızı çizgi arkamdan bağırıyor. “Yetişemiyorum bekle” diyor. Merdivenin ortasında durup onu bekliyorum. Beraber çıktık yola onu yarı yolda bırakmak istemiyorum.

Kafamı kaldırıp sokak lambasına bakıyorum. Ona sarılmak için içten bir hamle yapıyorum. Kollarımın yetmeyeceğini fark edince çaktırmadan elime bir kumaş parçası geçiriyorum. Isınsın diye sarılma faslını uzun tutuyorum. Benden sonra ona kimse sarılmayacağını bildiğim için kumaş parçasını etrafına sarıyorum.

Merdivenin sonu asfalta çıkıyor. Asfalt bu sefer konuşmaya başlıyor. Ne bu nefretin sebebi diyor. Ben nefret ettiğim şeylere açıklama yapmaktan da nefret ediyorum. Oyuncağına göz dikilmiş çocuklar gibi kafamı çeviriyorum.

Bazen neden nefret ettiğimi nasıl nefret ettiğimi bilmiyorum. Bazen ne yaptığımı ne yapmak istediğimi bilmiyorum. Bazı öğretiler hiçbir işime yaramayacak. Ama yine de öğrenmek istiyorum. Belki de gündüzdür yaşadığımız, ben gece yaşanan hiçbir şeyin sebebini bilmiyorum.

Öğrenmeye çalışıyorum.

Sokağın başında seni görüyorum. Seni tanımıyorum.

Henüz bazı duyguları yaşamadığım için neye benzediğini kestiremiyorum.

Sevmek nedir bilmiyorum. Ama seni seviyorum.

Yaşama Sırasında Ayağına Batan Dikenlere Aldırma

Cümlenin ortasında yalnız kalmış bir harf gibi uyandım. Uyandığım yer neresiydi, bilemedim. Cennette gibi hissetmiştim. Evimdeymişim.

Seni sevmiş miydim? Belki.

Belki de kiraz ağacından düşen bir çocuğun düşlerini idrak edebilme yetisi ile donanmış olmalıydı kimliğim. Sorguluyorum.

Düşen bir çocuk ne düşünür ki? Ölümün ne olduğunu bile bilmiyor. Ne güzel. Belki de daldan alamadığı kirazı.

Ama sen ve ben, ölümün var olduğunu biliyoruz. Gelecek için hiçbir girişimle ilgilenmiyoruz.

Mutlu musun? Belki, yıllardır bu soruyu soruyorum. Soru aynı, insanlar ve cevapları farklı. Gerçi cevabı evet veya hayır olması gereken bir sorunun kaç farklı cevabı olabilir ki? Belki de milyonlarca, hayal gücüne bırakıyorum.

Anlık düşüncelerimden yoruluyorum. İlgiyle yoğruluyorum. Yanlış anlaşılmak konusunda ilginç anlara şahit oldum. Onlardan herhangi birinden bahsetmek istemiyorum.

Bir uyku gibi hissizim, derinleşiyorum. Sonrası mahut hikaye, bir kalp krizi semti ziyarete gelir, bir ambulans sireni sessizliği gücendirir.

Gece saatlerinde ağaçlara tırmanan insanlardan olma. Gecenin tam ortasına uzan, parmağını eğlenceye aç bir çingene gibi şıklat, sokak lambalarını yak, bu gecikmiş baharın hakkı olan ateş, can yak, yalın ayak korlarda gez, kırları kıskandır.

Yanlış olan bir ton şey yap, yanlışın yanılmaktan türemediğini topluma ispat et.

Eğil, kulağına bir şey söyleyeceğim.

(Çok sevil, sevildiğini bilme, böylesi daha iyi.)

Bir Takım Sorunlar; Geçti Ama Etkisi Hala Üzerimde

$RL1ICJS.JPG

Çaresizlik her zaman en iyi çare oldu hayatımda. Neye karar veremediysem, neyden kaçmaya çalıştıysam, neyden sıkıldıysam çaresizliğimin arkasına saklanıp medet aradım yaşadıklarımdan ve yaşayamadıklarımdan. Keşkelerle dolu bir hayat yaşamadım, ama iyikilerim de fazla değildi. Ne kadar zıtlar birbirlerine değil mi, yaşamak ve yaşayamamak. Bunlar ne kadar zıtsa birbirlerine ben de o kadar zıttım yaşatamadıklarımla. Krizi fırsata çevirmeye fıtratım elvermedi. Yapamadım.

Hayat kelimesi her zaman en son bende hayat bulmuş gibi hissediyorum. Bazen sırf bu yüzden kendimden nefret ediyorum.

Bazen kendime bir mahkeme kuruyorum orada kendimi yargılayıp asıyorum. Suçlarım yenilir yutulur cinsten değil. Bazen mahkemede yargıcımın insafına kalıyorum ama kendime acımıyorum. İnsanın kendine acıması en büyük mutsuzluktur demişti birileri. Neden böyle demişlerdi ki. Belki de bir kalıba oturtmamak lazım kelimeleri. Bence ortada bir konu olmadan da konuşabilmeli insan.

İnsan konuşabilmeli ve koşmalı da aynı zamanda. Konuşabildiği kadar koşmalı yani. Yollar koşmak için var.

Bir yerden bir yere varabilmek kolay. Varamayacağına, yerini bilmediğine koşmak zor. Bu zor diye diğer diğer her şey de kolay değil ama. Mesela insanın babasını kaybetmesi kolay değil. Kendini kaybetmesi kolay değil. İnsanlığını, vicdanını kaybetmesi kolay değil.

Neden kolay olanların peşinde değiliz de zorlar bataklığında çırpınıyoruz. Zoru ilk kim sevmiş.

İlk kim sevmiş birbirini bir çıkarı olmadan. Kim yalanlamış ilk birbirini sevenleri.

Benim en büyük suçlarımdan biri yaşamak diğeri yaşatamamak. Ne yaptıysam o avucumun içinde çırpınan kuşları yaşatamadım. Oyuncaklarımı,denizleri ve köprüleri yaşatamadım.

Ben beni sevemedim. Sevemedim diye benimle bir şeyleri yaşatamadım. Kendim de yaşayamadım. Ben sevmedim diye yaşamadım. Ben yaşayamadım diye yaşatamadım.

Kalitesiz Filozofun İdam Sehpasında Son İsteği: “Bir sigaranız var mı?”

IMG_9780.JPG

Söndürülmek üzere yere atılmış ve üzerine basma gereği görülmemiş bir izmarit gibi düştüm asfalta. Bu Tanrı tarafından gökyüzünün 7. Katından atılmış ve yere düşene kadar sönmemiş bir izmarit. Tanrı bile üzerine basma gereği görmemişken asfaltın soğuğundan sönmek ne demek anlayabiliyor musun? Kendiliğinden sönmeye başlayan bir hayata sahipsin demek.

Hayatım boyunca rüzgar nereden estiyse oraya savruldum. Her neyse bu tirat uzar bu şekilde.

Film sektörünün her şeyi ajite etmesinden bıkmışım, son saatlerimde anlıyorum.

Bu hastalık.

Biri bulup beni kaldırmalı.

Var etmeli, yok etmeli, semadan bir el uzanmalı.

Böyle ölmemeliyim. Neden ölüyorum ki? Bu kadar anlamsız düşünceye sahip insan varken bu kıymetli düşüncelerin sahibi ben. Neden ölüyorum?

Ah, yine kibirli davrandım. Özür dilerim. Atalarımdan kalan bir miras bu kibir. Bundan kurtulmalıydım. Ama bu zamana kadar tüm rezil duygularımı bastırmaya çalışmıştım. Yok olmamışlar.

Kalitesiz bir filozof olduğum konusundaki söylentileri de sanırım kabul edebiliyorum artık.

Ölürken, kimsenin değer vermediği düşüncelerin sahibi olduğum gerçeği ile yalnız kalmışım da haberim yokmuş.

Burası biraz soğuk olmaya başladı.

Sen üşümüyor musun?

Kişisel Bir Mesele Bu; Özür Diliyorum

Nerede ve nasıl yaşadığımın farkında olamıyorum. Sevdiğim veya sevmek zorunda olduğum kişilere karşı hislerimin gerçekliğinden şüphe duyuyorum. Her şey kafamın içindeki o büyük kaosta kayboluyor.

Yaratılmış her insandan ve eşyadan özür diliyorum. Az önce doğdum, biraz sonra öleceğim. İntihar mektubumu beşikten yazıyorum. Basit duyguların inanılmaz karmaşıklığı içinde boğuluyorum.

Dertlerim boyumu aşıyor, yoğunluğu benden fazla, yüzemiyorum. Yüzeye çıkmak için her kulaç attığımda biraz daha yoruluyorum.

Farkında değilim ne yaşıyorum, sadece yazıyorum. Ne yazıyorum, kime, neden, ne amaçla yazıyorum, bilmiyorum. Belki de düşünce felçlerim sıklaştı bu aralar, ne yaşadığım hakkında en ufak bir fikre sahip olamıyorum.

Hiçbir saniyeye hakim olamıyorum. Bunu normal de karşılıyorum, fakat her geçen saniyenin gömleğinden tutmaya çalışıyorum. Züleyha gibiyim. Haksız bulunuyorum. Yusuf gibiyim cezayı ben çekiyorum.

Binlerce yıl yaşamış peygamberler gibi hissediyorum.

Küçük bir çocuk gibi, hiç beklemediğim anda bir maganda kurşununa kurban gidiyorum.

Bırakın yakamı, ellerimi tutmayın, yangınım bulaşmasın size, ben tek başıma, derya denizlerin ıslatmaya cürmü yetmediği bir çölde geçmişime sövüyorum.

Geleceğimi özlüyorum.

Neden diye sorduğum her cümlede bütün harflerden özür diliyorum. Nihayet, geldim işte, buradayım. Uçurum yok hemen bir adım ötemde, şartlar elverişsiz. Ama kendi isteğimle, kendi yöntemimle, kendi kendime ölüyorum. Yaşamak için yaşamı elinden aldığım her nesneden özür diliyorum.

Cesedimde kargalar, ziyafetlerine sunmak istediğim et daha fazla olmalıydı, ben çok zayıfım, yüzümde on kişilik bir gülümseme, yalnızlıklarım içimde, gidiyorum. Hoşça kalın, çürüyorum.

Kara Tahta Yazıları-12

Bizi belki biraz kadınlar anlar diye düşünmüştüm. Aslında anlaşılmayı beklemek yerine anlamaya uğraşsaydım hedefime biraz olsun yaklaşmış hissedebilirdim. Bu neyin işkencesi düşündün mü hiç? Yemek yemek seni ne kadar iyi hissettirebilir? Çok soru soruyormuşum gibi görünüyor olabilir. Sizinle aynı görüşte değilim. Yani genelde de böyle zaten. Sadece bazı zamanlarda gereksiz bir kibarlık ortaya koymam gerekiyor. Siz de bundan sıkılmış olmalısınız. Yapmacık davranmak, yalan söylemek, hile yapmak, riya ve dedikodu sizlerin olsun. Eğlenin doyasıya. Sizinle aynı gülüşte değilim. Ayaklarınızı koyduğunuz yere dikkat edin, sarı çizgiyi zaten geçtiniz. Boşuğa basmaya çalışmayın, yapamazsınız…

Şanssız Kuş

Göç mevsimi geldiğini zannetmiş, kocaman bir ovada yankı, yalnız kuş çığlığı

saat, 3.25

Ben hala sensizliğin buruk gölgesiyle boğuşmaktayım. Gölgeleri yok etmenin bir kaç yönteminden birini deniyorum, ışıkları kapatıyorum. Aklı selim düşünceler içerisinde bir deli gibi dingin düşüncelere boş oltalar sallıyorum.

Sen yalnız kalıyorsun. Her günahından aklanmayı, üzerindeki siyahlardan kurtulmak sanıyorsun. Makyaj yakışıyor. Güzel görünüyorsun. Eninde sonunda kadınlığı öğreniyorsun. Yalnızlığınla yalınlığa saldırılar düzenliyor, yaralıyorsun. Beni kolay lokma sanıyor, yanılıyorsun.

Sensizlikten bitap düşen bir ben varken, kendini er ya da geç birine bırakabileceğini mi sanıyorsun. Sen bu kadar ben olmuşken, sadece kendine mi kalıyorsun, seni benden çalmaya mı çalışıyorsun?

Bana bunca eziyeti reva görürken, geceleri güzel rüyalara mı dalıyorsun? Merak etme. Her şey iyi olacak.

Uykularından kaçmaman için zihnine yardım edeceğim. Her kabustan seni hülyaya ben götüreceğim. Belki delireceğim. Ama bil ki seni en çok sen olduğum zamanlarda seveceğim.

Bir Duvar Önümdeki, Ardı Aşk Sonrası Yunanistan!

IMG_2213.JPG

Dağları ruhani fiillerin çekimi, her adımda bileklere kadar su

Hayalimin Yunanistan’ı

Zemin eğik, bu nasıl yerçekimi, bu ne kepazelik!

Üç yüz bin bilek var belki memlekette

Hiçbir yurttaş boğulmaz burada, işsiz kalacak cankurtaranlar

Bir derdi yoksa, bir kaşık da bulamadıysa

Boğulamayacak memurlar, tornacılar, pastacılar

Su bileklerlere kadar, belki üç milyon bilek var.

 

Herkes her an tatilde, akıllar yerinde yalnızca akşamüstleri

Yağmurla dolu zemin su, boğazına kadar dolu, aklımda bir fikir O,

Bir engel var, arkasında belki binlercesi daha

Ama görünen bir taneyse, sadece bir tane var.

Sınır kapısı bir denizde değil, her denizde

Bir karartı var, -belki güneşten- her benizde

Sadece bir duvar, yüz ve geç, önümde üç çift yüzgeç

Suyun altında, bileklere kadar olan suyun altında

Kafam denizde, dağlarda bileklerime kadar su!

 

Elde kalan onlar basamağından borç

Borca karşılık verilen onca düzen istilası soru, bıktık artık.

Hayalimin Yunanistan’ı

Bir çöplük denizi

Dağları tepeleri berrak su

Bir karış suda, üç balık, pulları sedeften

Kafam denizde, dağlarda bileklerime kadar su!

Kanatları mı onlar, yoksa yüzgeç mi, uçan balıklar mı görüyorum?

 

-Berraklığa rezilliğimiz karışmasın diye, lütfen suyunuzu yalnız içiniz!-

 

Sonra masada oturuyor

Yanında bir arkadaşı, bir de O

O değeri olduğundan değil, toprağından, sırrından O

Oyunlar, eğlenceler, bir de yasalar ortada, dökülmüş

Yasaklardan değil, horasan harcından taş duvarlar, etraf buz

Cep delik, ruhlar delik deşik, alıntılar, çekinceler, inceden zikirler

Bir de arkadaşız üstelik, dünya bir araya gelse düzeltemez

Bunca arsızlığı, ama yine de gelsin bir araya, desin ki;

“Bu ne hengamedir ulan!” hep bir ağızdan

 

Malumunuz devir kötü, evlerimiz temiz olmalı, yataklar düzgün,

Yanlış ismiyle yerleştirilmiş yüzümüze demirden bir yargı

Bu üzerindeki ağırlık da ne? Ne bu oradan buradan çıkan tahta saplar,

Ne bir tırpan bu sapların ucundaki ne bir kargı,

Belki bir arkadaşın diğerine olan aşkı.

 

Dilsiz bir oğulun gözlerinden düşen ağıta

En sevdiği günde kaybolup duran yosun rengi buluta

Azgın şelalenin ipek dokusuna

Aldanıyor, neden aldanıyor sanki, yoksa aldatan mı var?

 

Zaten ben henüz yolda değilim, ama yürüyorum.

Papalouka çıkmazında, yıkık bir duvarın keskin taşları arasında

Bir arkadaştan, hayal meyal hatırladığım bir mektup arıyorum.

Mektup bir hayli sıcak! Uzağa gitmiş olamaz! Ama ne taraftan!

 

Hoşça kal hayalimin Yunanistan’ı

Bir kaşık lazım şimdi bana, bir de su.

Memurlar için paydos vakti, saat beşi buldu!

Kara Tahta Yazıları-11

Düşüncelerimi dile getiremediğim zamanlarda daha sağlıklı düşünüyormuşum, bunu farkedeli çok uzun zaman olmadı. Çok çabuk fikir değiştiren biri olmadığımı söyleyemem. Ama eleştirmeyin, sizin galiba biraz dinlenmeye ihtiyacınız var ve de düşünmeye. Evet sizi kastediyorum. Rollerinizden sıkılmış olmalısınız. Sizi kimsenin bulamayacağı yerlere gidin ve zorunda olduğunuz şeylerden biraz sıyrılmaya çalışın. Bunu başardığınızda cenazenizde ön saflarda olacağıma söz veriyorum.

Hangi Harflere Saklandıysan, Çık Ortaya

 

IMG_9750.JPGBirkaç uğultu ile irkiliyorum, sesler tanıdık, biliyorum. Ama burada olmamalılar, şaşırıyorum. İçimdeki büyük boşluktan geçmişin yankılarını mı duyuyorum acaba? Korkuyorum. Tüm sevgilerimi içimde söndürdükleri ateşe atıyorum, bir ihtimal tutuşur belki, bekliyorum. Ezilen gururumu yıkadım astım, kurutuyorum. Kuruntu yapıyorum belki de, bilmiyorum.

En yakında duran yetmişlerinde bir ihtiyara saati soruyorum, afallıyor. Saatin benim için ne önemi var diyor. O anda anlıyorum. Bu zamana kadar geçirdiği binlerce dakikadan biri bile kıymetli gelmiyor ona, fark edebiliyorum. Öylesine geçirilen zamanlardan böyle pişman mı olacağım? Öyle olmamasını umuyorum.

Uçakların kanatları iniş için açılıyor, bildiklerimle birlikte bilmediklerim de yere inecek. Yerini, zamanını bekliyorum.

Dudağımda eski bir türkü, bir yandan mırıldanıyor, bir yandan dinliyorum. Galiba hayatımın her saniyesini saymamalıydım, yoruldum, dinleniyorum.

Orada biri mi var? Dinlendiğimi hissedebiliyorum. Sadece bir gölgeymiş. Gölgeleri seviyorum. En çok senin gölgeni seviyorum. Işığından kurtulmana üzüldüm. Zaten ben de bir heykeldim. Devrimin eşsiz notaları ile birlikte devriliyorum.

Günaydın, yeni dünya, geceye karışıyorum.

Bütün Günahları Saklayın; Geleceğim

IMG_9633.JPG

Hangi köprülerin altından aktı acaba kimliğim? Ben nereden geldim? Nereye gitmekteyim?

Nezih düşünceler ırmağında bir sivrisineğim. Neden düşüncelerimin içine girmekten acizim?

Yalnız kalma fikrim bu kadar yüceyken neden plastik bir bedende sahte dürtülerin tuzağına gitmekteyim?

Ezgilerim seni söylemese de şarkı sözlerimin anlamlarını tamlama isteğin yersiz.

Düşüncelerin yere batsın. Ben bir köstebeğim.

Evvelden aciz bir gelecek kaygısından hallice varlığım.

Ben hangi iki bilinmeyenli denklemin sabitiyim? En derin düşüncelerimde nereden bu matematik hallerim?

Neden bir domates reçelinden alınan tadım var?

Ne zamanım ne takatim var. Ben artık zifiri karanlıkta bir yağma düşüncesiyim.

Işığın varlığını örttü tüm kötü düşüncelerim. Yakamı bırakın! Ben sizden değilim.

Ben kimsenin ezeli rakibi olmak istemedim. Neden artıyor düşmanlığın? Ben kimsenin önemsemediği bir benim.

Zerrelerimden yoruldum, hepsini yok edeceğim. Ben neden kanserim? Bildiklerimden kaçabilme yetisini gösteremeyen benliğim. Peşimi bırakın!

Erken kalkma düşüncesiyle savaşmakta rüyalarım.

Beynimin duraklarında beklenen otobüslerinde neden sarı taksi plakası?

Akranlarımın sadece öncesindeyim. Ben hiçbir şeyi olmayan normal bir beyinim. Yalnızlığımdan sıkıldığımı söylemeyeceğim. Her zaman duyulan klişelerden yoruldu devinim.

Ben artık rüzgarların en seriniyim. Beni uygarlığınızdan azad edin. Dayanamıyorum. Artık sorduğunuz hiçbir sorunun muhatabı değilim.

Yoruldum, yemin ederim, artık sadece tek bir isteğim var. Özgür olmak! Olmak, ya da yok olmak!

Mayın Tarlasında Korkuluk Meyvesi- Böğürtlen

$RYOWNSY.JPG

Bir atlı çıktı çalıların içinden. Çalılar her zamankinden daha dertli şakıdı o şarkıyı kulağımıza. Alelade bir hışırtı değildi o. Sabahın dinginliğini bozacak cinstendi. Acıklıydı, derindi. O atlının kim olduğu hakkında bir fikrimiz yoktu. Sanki çalılık adamı bize tarif ediyordu da dilini bilmediğimiz bir turist gibi karşısında donakalmıştık.

Bize gelince ayaklarımız taşlara basmasın istiyorduk, acıyordu. Dere kenarında yürümeyi aşk acısı sayıyorduk. Ovalarda koşup bahar melodilerinin tüm ezgilerinden faydalanmaya çalışıyorduk. O yeşil çimenleri en zengin villa bahçesinde bulamazsınız. Muhtemelen bir kaç büyükbaş çimenlerin bütünlüğünü bozmak için dertlerini dökmüştü ortaya, biz aldırmamıştık. Yürümüştük bir asır da acının bağrına gelmiştik sanki son nefes gibi, derenin karşısında böğürtlen toplamaya çalışan yalın ayak bir kaç başıbozuktuk.

Belki de hayvanlar bizden daha çok anlıyordu sanattan, savaştan, sindiremiyorduk. Simetriyle inatlaşan varlıklara asimetrik sınırlar çizmeye çalışıyorduk. Devletler kurup, devler yıkıyorduk. Belki biraz beceriyorduk. Yetinmeye çalışıyorduk.

Atlı adam durdu derenin başında, şanslıydı bizi görmedi. Biz de ne yalan söyleyeyim bizi görsün diye hiç uğraşmadık, ama sakınmadık da gürültümüzü. Ya kör dedik adama ya da sağır. Her ikisi de birdi bize göre. Hem bizi görse ne olurdu görmese ne? Belki, belki de o kadar rahat olamazdı, gökyüzünü seyrederken attığı çığlıklarında. Belki de çekingen biri değildi, sadece insanları önemsememeyi öğrenmişti.

Adam gittikten sonra serdik tişörtümüzün önüne yığdığımız böğürtlenleri, bağırırken ne dediğini tartışmaya başladık. Uzun sürmedi. İçimizden en sivri olanı, grubun lideri, bir yıldızın ismini söyledi dedi, kabul ettik. Etmesek de itiraz edemezdik. Sigara ticareti onda dönüyordu çünkü.

Elimiz yüzümüz mosmor oldu. Günlük dayağımızı yemek için evlere dağılacaktık. O günün son görüşmemiz olduğunu fark edememiştik. Bilseydik en azından kırılan tüm heveslerimizin intikamını alırdık da birbirimizden, öyle koşardık eve.

Ev diye döndüğümüz yerin evimiz olmadığını anlayamadık. Bir bomba parladı dibimizde. Her parçamız başka mezara dağıldı. Her birimizin parçalarını karışık birleştirdiler, ortak kullandık toprağımızı. Uyuduk, aylar geçti. En sevdiğimiz mevsime geldik. Tepeyi büsbütün kar kaplamıştı. Poşetlerimizi aldık, kaydık. Hangi yıldızdaydık şimdi? Bir türlü anlayamadık.

Soru Mu Soruyorum? Cevabı Bilmiyorum.

IMG_0905.JPG

Bir sürü soru soruyorum kendime. Hepsinin cevabı aynı, bilmiyorum. Zaten çok az şey biliyorum, konuştuğumdan öteye gidemiyorum. Düşündüğümden derine inemiyorum.

Bekliyorum, okuyorum, dinliyorum, sahipleniyorum.

Zamanla ilgili bütün meselelerden genel bir af talep ediyorum. Kıskançlıklarımı törpülememiş olduğum zamanları geri istiyorum. Bütün insani dürtülerimi bilgelere satmışım, şimdi fark ediyorum. Duygularımı geri istiyorum.

Bilincim bir ıslaklıkla ağırlaştı. Yarı zamanlı her iş görüşmesinde kağıtlara kendimi yazıyorum, çiziyorum. Gördüğüm insanlar beni görüyor mu, bilmiyorum. Aynalarla kahrediyorum kendimi.

Beğenmiyorum. Bu gidişatta sadece özlü sözler cehenneminden cezalar seçiyorum.

Seçilmiş her milletvekilinden kendi vekaletimi istiyorum. Onlara güvenmiyorum.

Önümden geçen her insandan sabun kokusu alıyorum. Sabundan insanlara yağmurlar diliyorum. Eriyen bütün fikirlerden, aşınan bütün dertlerden muntazam bir temizlik bekliyorum.

Gelmeyecek olanları beklemekle geçsede hayatım, hayır diye haykırıyor, kabul etmiyorum. Gelecekler biliyorum. O yüzden bekliyorum. Gelene kadar elimdekilerle yetinmeye çalışıyorum.

Yerleşik Dünya Düzeninde Yenildiğimiz Son Akşam Yemeği

Üretim hatası küfürlerinden kurtulma çaban yersiz.

Her nereden ve nasıl gelirsen bu dünyaya yiyeceğin bir azar var elbette. Bir Tanrı azarlayacak bir de kulu. Hiç bilmeyeceksin kendi ruhunu.

Hep yönetileceksin, hep seveceksin, hep gideceksin, öleceksin. Bunların hepsinin yerini ve sırasını sen seçeceksin. Ya da öyle düşüneceksin. Düşündürecekler. Ama onlar istemeden asla yaşamana izin vermeyecekler.

Ne garip yargılar, ne garip düzen, ne sistem ama ne sistem. Sistemin tek beklemediği galiba sitem. Dışarı ittiği onlarca sitemkarın yerine koymakta bir kaç sahtekar, ya da ne bileyim sözüm ona sanatkar.

Ne kadarı ölümlü, ne kadarı fedakar.

Bu kadar insan farkında değilken nerede yaşadığının, ne uğruna yıllarını harcadığının, sen farkındasın. Sanıyorsun ki bir okyanustasın, hayır, sadece küçük bir kovadasın, kova başkasının elinde, yarın raflarda olacaksın. Tüm bunlara rağmen neden diye sormaya mecalin yok, anlaşılabilir. Gayet anlaşılabilir sıkma canını. Çünkü ben de biliyorum hiçbir şey yapamayacağını, bu düzeni alt üst edemeyeceğini. O yüzden diyoruz ki, raflarda güzel görünmek adına sporumuzu yapalım, güzel kıyafetler seçelim, bir takım seçip, küfredelim. Etimiz bol olsun, mideler dolu.

Yalnızsın, ama yine de neşe dolu.

Doğrun, doğru. Yaşamaya çalış, yenil, asla sevme bu yolu.

Bir Dakika Dur: Aksiyon

IMG_2100.JPG

Sabah saat 5.34

Yalnızlığımın arka sokaklarındayım. İçerdeyim. Bir ayakkabı eskimesi kadar süre geçirdim, su bardağı dibinde. Ordan oraya uçup durdum. Bir ara Galata’nın üzerinden geçtim. Flaşların patlaması için erken bir saatti. Ve ben en büyük ışığı seni bulmak için arıyordum. Seni aramak için öncelikle başka şeyleri aramam gerekiyordu ve bu bana acı vermiyordu. Acı çekmek anlamsızdı arka sokaklarda. Bir halta yaramazdı dizlerimdeki çiziklere homurdanmak. Dikenli tellerden aldığım yaraları boş verdim. Bir adam geçti önümden saat bir hayli geç olmuştu. Adamın elinde koca bir ayna vardı, ben her aynaya baktığımda bir kez daha intihar ederdim. Bileklerimi yalnızlığım keserdi. Bir neşter gerekmezdi bana. Damarlarımda narkoz gezinir dururdu. Geç saatlere kadar kaosta ilerlerdi. Bir polis durdurunca kaybolup giderdi. Beyaz bir çarşafa bin kilowatt ışık değmiş gibi uçup giderdi. Nereye diye sormazdım, sadece gidişini izlerdim.

Sabah saat 5.35

 

Bir Adam, Belki de Terk Edilmiş

IMG_6209.JPG

Her şeye gülüyor. Ne güleç adam.

İçinde hiçbir fırtına kopmuyor.

Hikaye.

Hayat onun için anlaşılan küçük bir meşgale.

Kelime kökenlerinde yaşamak en büyük eğlence. Yanlış konuşurum diye hiç konuşmaması da kimine göre doğru kimine göre saplantılı bir düşünce.

Sadece gülüyor. Acaba aptallıklara mı yoksa komik bulduğu şeylere mi?

Bir kelime et be adam. Seninle mi uğraşacağız.

Çaycı Erol zıpkın. Tutulmuş buna. Yapışıyor yakasına. Konuş, yoksa elimde kalacaksın. Zar zor ağzını açıyor, tam konuşacak, yine gülüyor. Erol adamın gülmesine gülüyor. Bırakıyor adamı. Bir çay getiriyor. Bir de sigara ikramı. Gençliğinde en sevdiği filmden bir kare hatırlamış, Kemal Sunal’ın oynadığı bir filmden. Seviyor adamı hemencecik.

Dikkati üzerine topluyor adam. Yıllardır mahallede. Sesini duyan yok. Haşere çocuklar kendi aralarında konuşurlarken duyuyoruz, geceleri konuşurmuş, yalnız köpeklerle.

Ne dediği meçhul. Sessiz bir adam. Önceden zenginmiş falan.

Hikaye.

O aslında yolda olmalıymış. Nereye gittiği belli olmamalıymış. O aslında yol olmalıymış, nereden geçtiği belli olmamalıymış.

O aslında o hariç her şeyden biraz olmalıymış.

Yazık, o, o hariç her şey olmaya çalışırken, sadece o olabilmiş, ve o şekilde kalmış.

Kazı-Kazan

IMG_9587.JPG

Şiir yazmak için şair olmak yetmez, aynı zamanda tırnakların da olmalı. Kanamalı her bir hücren. Ne kadar beklersen o kadar yara almalısın. Nereden düş kursan en çok oradan kırılmalısın. İnsan, hayata kırılır. Hayatı olana, hayatta kalana, bir şansı olana, hiç var olmamışa, yalana…

En yalnız tarafından misafir olur dost kurşunu. Bir iki kelam etmeden, canını yakmaya çalışır da bir acı kahveyi çok görmek istemezsin, kalkar hemen hazırlamaya koyulursun.

Sen aynı hal üzerine olduğunuzu düşünürken, o aynı halde olduğunuzu düşünür. Alıcı beklemede yarışa koyulur. Canın yanar, üzülürsün. En beklemediğin yerde, en ihtiyacın olduğu zamanda kalkar masadan. Sanki tekrarı olmayan nefeslerden beklersin bir kaç cümleyi de şahadet getirmeye gönlü el vermez.

Ne acı hafızamın derinliklerinde edilen dans. Artık hatırlamak hikmetine eremeyen bir kaç donmuş sinirle kalmış baş başa. Mevsim yaz. Ama gariptir durum. Buzda dans.

Arama Kurtarma Çalışmasında Kurtarılmaya Değmeyen Ruhum

IMG_0205.JPG

Her dakika ölümlüdür. Zamanın olduğu gibi eşyaların da ruhu vardır. Yeni yapılmış bir koltukta, yeninin ruhu vardır. Eski de eski ruhlar.

Denizime kıyı bulamıyorum. Bana bir ruh gerek, arıyorum. Aradığım ruh eşyada mı, zamanda mı, merak ediyorum.

Bir dizi hayalim vardı, denizin cimriliğini fark etmeden önce. Malum teknem çok büyük değil. Vazgeçmek zorundaydım. Suyum bitmişti. İçtim.

Deniz suyu içme dedi birileri. Derken ellerinde bin bir şekil şarap bardakları belirdi. Denizin ortasındayım. Denizimin ruhu var, öyle hemencecik göremiyorum. Bulmak için batıyorum, çıkıyorum. Aradığım şey bir deniz kızı galiba. Yalnızca ıssız denizaltı bataklarında bulursun diyorlar. Kim söyledi anımsayamıyorum.

Sözcüklerimden çıkan sesler kulaklarımı tırmalıyor. Gecenin geç saati, kafamın içinde biri uyuyor hissedebiliyorum. Çigan havaları çalıyor midemde, açlıktan galiba. Gülüp geçiyorum. Geçiyorum. Geçemiyorum.

Yanıldım, bir kez daha düşündüm, daha iyi düşündüm, sağlıklı düşündüm. Yine yanıldım. Ben yeni bir ben yaratıyorum.

Korkuyorum.

Parmaklarımdan kanlar akıyor, acı veriyorum.

Sesler duyuyorum, hissetmeye çalışıyorum. Duruyorum, ışıkların nereden yansıdığına bakmak istiyorum.

Nefes almaya çalışıyorum. Boğuluyorum. Sanki bir ordu kadar insan yapışmış boğazıma benden bir şeyler istiyor. Biri gençliğimi, biri hayallerimi, biri bilmem neyimi. Sanki kaybeden herkes orada ve kaybettikleri şey bendeymiş gibi.

İçlerinden biri farklı, biliyorum. O vermek istiyor canını, bana doğru hamle yapmamasından anlıyorum. Ona doğru koşup yüzünü çeviriyorum. Aradığım ruh o. Ama yüz bin yaşında.

Yazıklar oluyor. Yine yanılıyorum.

John Berger – Kıymetini Bil Her Şeyin

Berger.jpg

Şu sırada içinde bulunduğumuz tarihsel dönem Duvar Çağı. Berlin Duvarı yıkılınca, her yerde duvarlar inşa etmek için hazırlanmış birtakım planlar ortaya döküldü. Betondan, bürokratik, ırkçı duvarlar, gözaltında tutma ve güvenlik duvarları. Duvarlar her yerde umarsız yoksullarla her şeye rağmen nispeten zengin kalma umudunu yitirmeyenleri birbirinden ayırır. Duvarlar ekinlerin ıslahından sağlık hizmetlerine kadar her alanı kat eder. Dünyanın en zengin başkentlerinde dahi görülürler. Duvar, bir zamanlar Sınıf Savaşı diye adlandırılan olgunun çatışma alanıdır.
Bir yanda: akla hayale gelebilecek her türlü teçhizat, kefensiz savaş rüyaları, medya, bolluk, sağlık güvencesi, parıltılı hayatın parolaları. Öte yanda: taşlar, yetersiz erzak, kavgalar, intikamın şiddeti, yaygın hastalık, ölümü kabullenmek ve bir geceyi -ya da belki bir haftayı- daha birlikte geçirebilme kaygısı.
Bugün dünyada anlam arayışı burada, duvarın iki yanı arasındadır. Ayrıca duvar her birimizin içindedir. Şartlarımız ne olursa olsun, içimizden duvarın hangi yanına uygun düştüğümüzü seçebiliriz. Bu iyi ile kötü arasındaki bir duvar değildir. İyi de, kötü de her iki tarafta vardır. Seçim, insanın öz saygısıyla içindeki keşmekeş arasındadır.
Muktedirlerin tarafında korkuya boyun eğme eğilimi -Duvar hiç akıllarından çıkmaz- ve artık hiçbir şey ifade etmeyen bir laf kalabalığı vardır.

Korkuluklar da sevebilir

Hafızamın derinliklerinde bir sessin. Bazen ıssız bir orman gibisin, bazen şen şakrak bir lunapark. En yakın arkadaşların uzun bakışları, en sevilenlerin o sıcak kucaklaşması.

Oralarda bir yerlerdesin ve ben sesini tanıyamıyorum. Belki de çok değiştin, hayat bu herkes git gide değişir. Yanlış yazılmış bir kaç kelimesin belki de. Seni tanıyamıyorum. Belki de hiç tanışmadık, ben seni tanımadan sevmiş olabilirim. Ama tanımadan nasıl sevilir diye bir soru cümlesiyle karşıma çıkmanı beklemiyorum. Aslında karşıma çıkmanı da beklemiyorum. Yanımda olsan yeterli, bir ekmek kuyruğunda, noter sırasında belki de bir sınav salonunda.

Yalnızlık bir soru cümlesi. Ne sorduğu belli, ne mimikleri. Hafif bir gülümseme olsa dudaklarında bilirim. Ben konuşan veya konuşamayan insanların dudaklarından seni sesini duymayı beklerim. Ama artık tanımadığım dudaklardan bir kaç kelimeyle kendime getirilmekteyim.

Hemşire nereden geldiğimi soruyor, ben yalnızlıktan diyorum. Doktor geliyor, kes lan edebiyatı diyor. Edebiyatım biterse sen de bitersin. Bitiremiyorum. Kalbimin derinliklerinde bir yerdesin. Göğüs kafesimin sol tarafına çok yakınsın. Yakınlık senin olduğun yerle ilişkilendirilince bir kaç tane fazladan anlam kazanıyor. Henüz insanlar bunu anlamıyor.

Anlaşılamama korkusunu küçükken tatmıştım. Biraz acı bir çığlığı var.

Geçenlerde biir uyuşturucuyla dertleştim. Tenime dokunması gerekiyormuş, ben tenime dokunulmasından hoşlanmadığımı söyledim, bir fiske vurdu. Bunun da dokunmak sınıfına girdiğini söyledim, şaşırdı. Hala kendimde olduğumdan emin değilmiş.

Karga tüyleri ağzımda, bir karganın en son geldiği yer, hiç gelmemesi gerektiği yerdir.

Ben hiç olmamam gereken bir yerde seni bekliyorum. Sen de olman gereken yerde değilsin, ama bırak hayat böyle devam etsin.

Unutulmaya Tutmuş Yüz

Gün ışıttı gökyüzünü. Sabah oldu, bir ton dün aniden kayboldu. Gitmek zorunda değilsin, aynı benim gibisin dedi. Ay gökyüzüne hiç yalan söylemedi. Dizinde durdu. Dinlendi. Benim gibisin dedi. Sen de çok sever misin benim gibi? Belki dedi gökyüzü. Başlarda biraz ürkekti. Sonra sevildikçe cesaretlendi. Ona hiç bilmediği şarkılar söyledi. Annem de söylerdi dedi.

Gece Gezmeleri Tren İstasyonlarında Olmalı

Belki de doğruydu bir köşe lambasıyla sabahladığımız iddiaları tüm kitap ayraçlarına inat.

Mürekkebimiz deniz olmuştu da biz bir deniz anası kadar olamamıştık.

Varoluşsal sancılarımız vardı, alegorik dertlerimizden sırtımızın ağrısına sıra gelmiyordu.

Bir kağıt, şu küçük ticarethanelerin eşantiyon olarak verdiği cinsten. Biz o kağıtlardan gemiler yapardık da yüzdürmeye gelgitlerimiz el vermezdi.

Bir köy okulunda soba yakmaya çalışırdık, pencereleri kırıp sobaya odun diye atardık. İşte o kadar fütursuzdu ısınmaya çalışmamız.

Bir heykeli devirmeyi bir insanı devirmeyle eş gördüğümüz zamanlar oldu. Heykel devrildi altında kaldık.

Büyük ve kalın kartonlardan kendimize evler yaptık. Hepsi birer bebek eviydi, içinde sıkıştık, kaldık.

Perdelerimizi bile seçmiştik gözlerimize inecek olan. Hangi şeritler geçecekti ölürken gözümüzün önünden, biliyorduk.

Biz seninle bu kadar bilginin ışığında karanlıktaydık. Sesimiz çıkmazdı.

Kemanın sesi alt kattan çok güzel gelirdi, gitarla, piyanoyla eşlik etmeye çalışırdık, bok ederdik parçayı. Özür için bir tabak taze aşure yeterdi ve bir kaç bayat espri, tabak boş geri verilmez ona göre.

Sarı ışıklara düşman olduk gökyüzünün en mavi saatlerinde. Bu saatler yer yer 5’i gösterirdi. Biz seninle nerede olsak, ne suç işlesek, kimi sevsek önce birbirimizi gösterirdik. Seninle kitapların en ücra köşelerinde sabahlara kadar gevezelik ederdik. Ne güzel günlerdi. O günler geçti, bir daha gelmedi. Beklemedik.

Raylara kulağımızı koyduk dinledik. Sessiz bir tren geçti boynumuzun üzerinden. Başımız bir taraftan gövdemiz diğer taraftan yardım istedi.

Dün ve Gece Gibi Sende Bilmece

Ayrılık derslerinde teneffüs araları verilmeliydi sevgililere. Hangi konu işlenirse işlensin, iyice anlatılmalıydı bütün gereklilikler. Zemini kaygan fikirlerde tutarlılık aranmalıydı. Yapamadılar.

Şu an tüm dünya bir araya gelse bir başarı etmiyor eldeki, arka arkaya kelime diziyor tüm parlak beyinler. Tüm bu gereksizliği bir sonuca ulaştırma çabasında bilim insanları. Tüm barınakların içinde insan, insan olan her yerde güvenlik zaafiyeti. Güvenlik görevlisinin aklında binlerce gelecek kaygısı. Şimdi kafasındakileri mi çözmeli? Bizi korumak için elinden geleni mi yapmalı?

Parmaklıklardan çıkmalı insanlar, hiçbir yozlaşmanın gerisinde kalmamalı, bir haykırsa çıkacak bütün avazı. Kelimelerin üzerinde kalmamalı insan eğrisi. Gerçekten ne kadar gerekiyorsa o kadar kopmalı, insan hayal etmeli.

Boş hayaller kurmalı belki, ama olacağına da inanmalı. Önünü göremeyen biri arkasını görmek istiyorsa bir kaç yolu olmalı bunu yapması için. Öncelikle gözlerini açmalı.

Bütün bardaklar iz bırakmayacak şekilde tasarlanmalı, zamanı geldiğinde her su nehirlere katılmalı. Doğa insansız var olabilir, insan doğanın neden farkında değil?

Bir dizi zamansızlık içindeyim, her ne yapıyorsam ve neredeysem, artık yoruldum. Eve dönmeliyim. Evdeysem de yatağıma. Uykudaysam ölüme, öldüysem, toprağa dönmeliyim. İyi geceler dememeli insan, belki de beklediğimiz iyi bir geceden ziyade sakin bir karanlıktır.

Yenilgi Sonrası Düşüşlerden Kanı Durmayan Yaralara Kabuk Beklentisi

Yine beklemek zulmüne göğüs germeye çalışmakta vücudumdaki her bir zerrem.

Deneme yanılma yöntemi ile savaşmakta beynim. Ben kimim diye sorduğum her kaldırım taşından ağır hakaretler işitmekte kulaklarım.

Beni mi bekliyorsun, kendini mi, karar vermeni bekliyorum.

Zamanın icadından önceydi.

Düştük binlerce metreden yeryüzüne, kırılmış bir tarafımız yok. Seninle ben kimseden taraf değiliz. Sadece geleceğe sahip çıkmaya çalışıyoruz. Kalemimize, defterimize, insanlığımıza rengimizi katmaya çalışıyoruz.  Biz aslında herkese biraz benziyoruz. Kimseden benzerlik beklemiyoruz. Gördüğümüz güzel gözlerden kahkahalar çalıyoruz. Biz seninle en güzel gecede, kayan yıldızların üzerinden bize koşan tane hesabı mutlulukları yakalamaya bile yeltenmiyoruz. Birbirimize yetiyoruz. Bir çıkma ekmek, bir bardak sütle yıllarımızı geçiriyoruz. Yeni yetme dert tüccarlarından ağır aksak övgüler duyuyoruz. Duyduklarımızla yetiniyoruz. Hikaye güzel devam ediyor. Ama artık unutuyorum.

Hah!

Şimdi hatırladım.

Sonra sen gidiyorsun. Ağlıyorum. En uzun geceden dakikalar çalıyorum. Zamanı ileri sarıyorum. Zamanım geçiyor, sararıyorum. Gel artık, seni bekliyorum.

Mesai Saatlerinde Gelen Düşünceler

Alkolün beyne saldırması gibi geliyorsun aklıma. Kim olduğunu bilmiyorum. Zar zor yüzünü ellerimle bir kağıda çizmeye çalışıyorum. Kaçıyorsun. Yalnız kaldığın zamanlarda acaba neler düşünüyorsun?

Göremiyorum. Seni en çok görmem gereken zamanlarda, göremiyorum.

Masadaki maket bıçağını şah damarıma dayıyorsun sanki. Aklıma gelmelerinin etkileri dünyaya yansımış olsaydı bence yörüngeden çıkardı. Yine de aklıma bir sigaranın ciğerlere hücum etmesi gibi gelmeni bekliyorum. Tozu dumana kat, ozon tabakasına olan kötü etkilerini de kabul ediyorum. Bekliyorum.

Issız gecelerde bir yudum su geçmiş gibi boğazımdan, ferahlamak istiyorum.

Herhangi bir problem olmadığını ifade ederken bile endişeli görünüyorsun. Belki de seni fazlasıyla tanımıyorum.

Bana hissettirdiklerin için seni sorumlu tutmuyorum. Bu yargılamak olur. Ben en adaletli yargıçların bile masaya vurdukları o çekicin sesinden ölesiye korkuyorum. Şimdi o yargıçların idama mahkum ettiği zavallıya son arzusunu sorması gibi fütursuzca konuşuyorum. Her neyse, en azından seni düşünüyorum, senden konuşuyorum.

Bazı kelimelerle aramda garip bir bağ olduğu inancına nereden kapıldım hatırlamıyorum. İçimden geçenleri sadece o kelimelerle anlatabileceğim kanısına nereden vardım? Belki de sana göre saçma. Bilmiyorum.

Bildiğim birkaç şeyden ibaret olan küçük bir dünyadayım, savruluyorum.

Sözlüklerden kelimeler seçiyor, anlamlarına karışıyorum. Sen kelimesinin anlamında senden bir şeyler arıyorum.

Bir mermi ateşlendi, gözlerinden anlıyorum. Namlusu bana doğrulmuş yargılardan barut kokusu sarıyor etrafı.

Savaş iki sektörde patlama yaratır. Birincisi silah diğeri inşaat. Benimle savaşma, ne müteahhitler para kazansın ne de silah tüccarları.

Kelime Kuyruklu Uçurtma

Sana en çok ihtiyacım olduğu zamanda neredeydin? Ben günler, hatta aylar boyunca seni aradım; bir kaldırım taşında, kalem kutumda,  yarında ve notalarımda. Masamın üzerinde onlarca kağıt. Her birinde seni aramışım, çizdiklerimden belli.

Her dün daha fazla kaptırıyordum sana, şimdi yoksun. En önemlisi de tadın yok.

Yani bir uyurgezer olsan bile kalkıp yanıma gelebilirsin. İhtimaller denizi işte. Ama sen bir heykel gibi soğuk kalma tarafındasın.

Kitaplarımın arasından çıkmalısın. Sana göre değiller. Aşktan, tutkudan, hırstan ve iftiradan bahsederler, sen bunlardan çok daha fazlasın.

Sen kalemime kağıt, dilimde ağıtsın. Beni ağzındaki herhangi bir sözden farklı kılma. Çünkü yalnız kaldığımda minör ezgilerime majör mutluluklar vermen için totemler yapıyorum.

Beni bu kuluçkadan kaldırma, gel beraber uyuyalım, sokak lambasının altında, yazılmaya değer görülmeyen yazgımızla.

İstanbul Gibi Aşk

Saat sensizliği yaklaşık üç buçuk saat geçiyor. Ve zaman akmaya devam ediyor. Kalbimin dışında, kapıların önünde metro çalışması sürüyor.

Uzaklık kavramı varlığınla bütünleşti.

Senin zamanla ilgili problemlerin vardı. Ve ben bu saatlerde her şeyi görmezden gelebilirdim. Yalın kalan her şeyden seni sorumlu tutabilirdim. Yapmadım. Bazen yapmam. Bazen de seni düşünürüm, beni düşünürüm, yalnızlığı düşünürüm.

Yazmayalı bir hayli vakit geçti. Beni yazmaya iten sebepler vardı, biraz bekledim. Beklemek… Yanılmaktan türüyor. Nasıl diye sorma, ben de bilmiyorum. Bazen bazı şeylere körü körüne inanırsın, benim gibi. Sana inandığım gibi.

Yalnızlık… Geçenlerde yalnızlığımı ayakkabı çekeceğiyle giydim. Eğreti durmadı inan bana. Bazen inanamazsın.

Bir bakmışsın otuzundasın. Sen ve ben ayrı mekanlarda ayrı kollarda başkalarına sevinç gözyaşları döküyoruz falan. Belki de umutsuz olmamalıyız.

Bazen etrafımı gece görüşü ile izliyorum. Bazen termal bir kamerayla. Belki de gülünecek şeyler hala vardır diye. Buluyorum da. Geçenlerde sevdiği adamın evlenme teklifine evet diye bağıran bir kadının vücut sıcaklığından heyecanını izledim. Galiba biraz ayıp ettim, seni aldattım. Kimsenin vücuduna teknolojiyle temas etmek istemezdim.

Yine sahilde kayıklar sirtaki yapıyor. Ve senin ismin benim ismimi her zaman sevdi, biliyorum. Bu yüzdendir ki yan yanalar iplerin elinde. İlerleyen zamanda neler görürüm bilemiyorum.

Bazen bilmeyişlerimin beni hayatta tuttuğuna inanıyorum. Bazen yalanlar söylüyorum. Bir şekilde devam ediyorum işte, önemli olan bu.

Detayları seviyorsun, seni hissetmenin buruk yalvarışlarını tanıyorum.

Her tarafım ikinci derece yanıklarla çevrili ve ben seni ambulans sirenlerinin en tiz çıktığı saatlerde de seviyorum.

Soru Sağlamaları

Bir deli çığlığı saatler. Bir deli kalksa şimdi gelse yanımıza dese ki ben deli değilim. Kaçımız inanır? Zaman dursa saatlerimiz konuşsa dese ki ben zaman değil miyim? İşlemiyorum artık. Kaçımız delirir? Biz bu zamana kadar hep istediğimiz şekilde yaşadık. Kalksa biri dese ki bundan sonra benim istediğim gibi yaşayacaksınız? Hangimiz onun istediği gibi yaşarız. Hangimiz ölümü tercih ederiz. Bunlar tercih meselesi. Biz sevmeden ne kadar yaşayabiliriz. Kalbinden bir ruh çıksa, dikilse karşına ben bunu sevmek istiyorum dese. Onu yine de engellemeye mi çalışırız yoksa tamam senin istediğin olsun bakalım mı deriz? Biz bilmeyişlerimizin kurbanıyız. Biz sevmeyi sevmekten ibaret sayanlarız. Biz yazamayanlarız. Biz yaşayamayanlarız. Biz ulaşamayanlarız. Biz kavuşamayanlarız. Bir cam kırığı kalksa kırıldığı yerden dikilse karşımıza dese ki konuşma artık sen konuştuğun için biz kırılıyoruz. Ben konuşmaktan vazgeçerim. Benim vazgeçişlerim mucizelere bağlı. Bir mucize nereye bağlı? Soruların çok cevapların az olduğu yerlerden geliyorum. Bana bir cevap ver. Bütün sorularıma cevap olsun. Bana bir soru sor aklımda başka soru kalmasın.

6. Duygu

Güneş gibisin, aydınlatırsın, ısıtırsın belki de yakarsın. Ve ben bir buzul gibiyim. Sıcaklığın ulaşmıyor bana. Kalbim erimiyor teninin sıcaklığında. Seni hissetmenin güzel yanları vardı. Sonra soruşturduk yalnızlıkları ve sözlüklerden aradık aydınlıkları. Bize yetemediğimiz zamanlar oldu. Bir cam şişenin içindeki mektuplar gibi umutsuzca yazıldık yeryüzüne. Seni sevmiyorum değil. ama bilmiyorum işte. Belki de bir karga önyargısı üzerimizde. Bilmiyorum. Yalnızım ve bunu sen gittiğinden beri bana verdiğin bir hediye olarak kabul ediyorum. Bir taş kesildi bedenim, ve ben artık en garip senim. Serinim. Bir rüzgar gibiyim. En çok yağmurun altındayken şahlanırdı hislerim. Ve ben artık histeriğim. Deneme yanılma yöntemini pek sevmezdim. Denemeden yanıldığımı farkettiğimde yenilmiştim. Yenilendim, ayağa kalktım. Dur, yüzüne bakmak istiyorum. Seni bir aynada yok etmeliyim. Ben en çok dizginlediğin çizginim. Duygularımın mahut kaderisin. Kesinsin ve ataletimin tesirisin. Yüzün yok olmalı, sesin yok olmalı, bedenin çürüyüp toprağa karışmalı. Ölüme alışmalısın, yokluğuna alışmalıyım. Beni tanımıyorsun, çünkü ben senin bile bilmediğin o iyi yanınım.

Hakiki Yalnızlık

Karanlığın etrafından sessizce doğdu güneş, etrafını sarıp sanki bir suçluymuş gibi kıskaçlarla yok etti ışığın yokluğunu. Dümdüz bir adamdı, doğruldu, etrafına bakıp hazırlanmaya koyuldu. Amacı işe gitmekti, ama biraz dikkati dağınıktı, kravatı da öyle. Sabahları toplu taşımaya binmeyi severdi. Her sabah kalkıp nefret ettiği insanlığa bir şans daha verirdi. Her gün binlerce şans heba edilirdi. Her gün binlerce mahkemede binlerce suçlu affedilirdi. Yanlış bir notadan girmişti hayata, hayat zirveye doğrulurken, detone olmaktan korkardı. Bu yüzdendir ki minimal yaşardı. Kendine ait eşyası yoktu. Kitaplarını kütüphaneden alırdı. Kütüphaneci Ali ile araları da pek sıkı fıkıydı. Tabakları çatal, kaşık, bıçağı plastik kullanırdı. Arada bir kafasına esti mi köşedeki esnaf lokantasında adam gibi yemek yerdi. En büyük eğlencesi yalnız kalmaya çalışmaktı. Bir türlü beceremedi. Her yalnız kalmak istediğinde binlerce insan olsun istedi etrafında. Gerçekten bir gün ne istediğini bilecek miydi, bilinmez.

Öğlen vakti gelmişti, ağaçlar kendinden başka kimseye gölge vermez olmuştu. Asfalt parlamaya, billboardlar sararmaya başlamıştı. O öğlen diğerlerinden farklıydı. Zordu bir kere. Engebeli arazileri sevdiğinden sanıyoruz, çıktı bir gökdelenin tepesine. Dur dediler, yapma, etme dediler dinletemediler. Attı kendini aşağı. Cebinde bir notla göç etti buradan;

“Belki bu sefer hakiki yalnızlığı bulabilirim”

Bok bulursun…

Af Faaliyetlerinde Yetersizlik Dramı

Duydum ki büsbütün göç ediyorsun bu evrenden. Sana az kalmıştım, şimdi fazlalığım ve yalnızım. Etrafım kalabalık, üç tane hüner insanlarda, üç adımda babalık, arkadaşlık, düşmanlık.

Seni duydum. Bu evrendeydin son saatlerinde. Bir fotoğraftın, çıktın o mezardan ve aynaya baktın sonra, sonra bana baktın. Beni yargıladın, yalnızlıkla astın.

Kelimeler çıkmıyor ağzımdan, isyan ediyor yazgıma. Konuşmalıyım, son sözlerimi söylemeliyim, çünkü benim evrenimden kaybolduğunda artık tanışmıyor olacağız. Gözyaşlarım kelimelerimi ıslatıyor şimdi.

Çıkmamalı şemsiyesiz diyorlar, etrafı arıyorlar, bu fırtınaya şemsiye kar etmez diyip çıkmıyorlar.

Dudaklarım kurudu. Ben senin ellerini bir kere tuttum. Şimdi tüm eller yabancı bana. Yüzüme bir kere dokundun, şimdi bütün yüzler aşina bana. Gittin mi, ses tellerimi titreştiremediğim için mi terk ettin beni. Oysa gitme diyecektim. Kalbimdeki bir kan pıhtısının suçu, diyemedim. Seni metruk bir evin avlusunda terk ettim. Oysa ben cennettim. Cenneti senden esirgedim.

Affetmek ne garip kelime, çıksa dudaklarından geri dönüşü yok. Ben geri dönüşü olmayan her şeyden korkuyorum. En yakıcı gün ışığımda bir ağaç olmaktan seni azlediyorum. Issızımda sesini kısıyorum. Son çığlığını bir yıldıza armağan ediyorum.

Kutup yıldızıma sesleniyorum, biraz yana kay. Sabah oluyor. Haydi şimdi beraber kaybolalım.

Mücadele

Kendi askerleri tarafından derdest edilmiş bir komutan gibi çaresizim şu sıra. Kelimeler seçiyorum. En sevdiğin kelimelerden bir roman yazıyorum. Ne çok uzun ne çok kısa, tam ayarında. İnsanlar bilgi arıyor ansiklopedilerde. Bense tüm yazılmışlarda seni arıyorum. Koparıyorum içinde sen olan kağıtları. Ellerimde tonlarca kağıt, hangisini nereye yapıştırsam diye düşünüp duruyorum.

Algılarla savaşıyorum, kimseye aldırmadan. Kapılara vuruyorum, canlarını acıtmadan. Kağıtları asamıyorum. Hepsi masamda. Elime bir çakmak geçiyor. Bir sigara sarıyorum. İçine sen koyuyorum. İçmeye kıyamıyorum. Nerde olsan aklımdasın biraz diyor şarkıda. Biraz mı diye çıkışıyorum. Hep.

Her fotoğrafın ayrı düşmanım. Her fotoğraf makinesini ayrı kıskanırım. Yüzündeki tebessümü onlar yerine bir kere bana bağışlasan şimdi tüm duvarlar dostum olacaktı. Oysa beni sevmiyorlar şimdi. Onlardan korkuyorum. Korkularının üzerine gitmen gerek diyordu birileri, oysa korkularım benim üzerime geliyor. Bunalıyorum, kalkıp üzerine doğru koşuyorum. Duvar kayboluyor. Binlerce metreden aşağı doğru düşüyorum. Belki bir paraşütle gezmeliydim. Kuşlar uçuyor yardımıma. Biri cebinden bir harf çıkarıyor, bu seni yere indirir diyor. İnanıyorum, inancım beni yere indiriyor. Yer, yüzüme bir yumruk indiriyor.

Kanıyorum.

Asfalt Yarığında Hayat Yanılgısı

Gün neyi beklerse beklesin, biz geceyiz. Işık kime vurursa vursun, biz karanlığız. Sevabı onlar kazansın, biz günahız. Eğilip yerden bir avuç çakıl taşı al. Biz o kadar yıldızlarız. Uzun yazılar yazarken terleyen eller, uyuşan parmaklarız. Sevgiliden ayrılma sancısıyız. Belki de birer sanrıyız.

Gerçek misin diye soruyorum yağmura, şakaklarıma bir cevap indiriyor, susuyorum. Durmadan, hiç durmadan çağlayan o pınardan sanki seni içiyorum.

Geç kalmışız gibi görünüyor mutluluğa. Olsun, bir taksiye binip öndeki mutluluğu takip etmesini söyleriz. Son sürat yakalamaya çalışırız. Tam yakalayacakken yavaşlarız belki. Belki sadece içimizdeki buluşma arzusudur bizi yollara düşüren. Bu arzuyu da yok etmeyelim şimdi. Yol kenarındayız biz. Hep yoldayız. Biz yoluz. O üşüten, o terleten, o bilinmeyen asfaltız. Çiçeğiz belki, asfaltın küçük yarıklarından fırlayan.

Ciddiyetin batağından kaçmışız. Her kuruntu karnındaki gürültüyü er ya da geç doğurur. Bizden, biz hariç her şey çok güzel olur.

Major Revolver

Bilmediğim şarkılara eşliğimsin. Neredesin? Yıllardır bu soruyu sordum gördüğüm her notaya. Notalar görünmez deme dikkatli bak. Biraz kır şu zincirlerini. Lütfen biraz anlamaya çalış beni. Ben deli değilim! Bakma bana öyle, ben çaresiz değilim!

Tamam şimdi sakinim. Biraz yaklaş. Uzakta olman beni mutsuz ediyor. Bir kere sarıl şu silahlarına ve beraber dolduralım mermilerini. Ortak bir karara varmadan sıkalım etrafa. Biraz duy beni, kulaklarımdan çığlıklar atıyorum biraz gör beni.

Dostlarımızı bilmeliyiz. Yoksa helak olup gideceğiz. Sevme beni, sevdiğinde ikimiz de yok olacağız. Korkma yaklaş ama tüm dokunuşların dostça olsun yüreğime. Ve tam her şey yerli yerindeyken kaybol kağıdımdan. Bunun için bir silgi lazımsa sana ben sana silgi de olurum. Ayrılık ve vuslatın birleşimiyim. Beni bulunduğum durumdan kurtarmaya çalışma.

Yakınlaş insanlığıma ve vur beni gövdemin tam ortasından. Uzanayım tüm yalnızlığıma..

İnsan Üstü Sanat Eseri

Büyük bir engelle karşılaştı, kimliğim.

O kadar derinde hissediyorum ki yokluğu,

varlıkla mutlu olamıyorum.

Ben anladım,

senden başka hiçbir şey için güzelliği

yazılarıma sığdıramıyorum.

Taş kesildi bedenim,

ara ara içerden yokluyorum.

Bağırıyorum;

“Sesimi duyan yok mu?”

Kimsecikler yok.

Yine aldandım.

Son kalan gücümü de

bu cümle için heba ettim.

Çürüyorum.

O taşın içini sadece sen görüyorsun.

Sen de görmezden geliyorsun.

Ne kadar ayıp. Yaptığından değil,

yapmaya tenezzül etmediklerinden yakınıyorum,

ne acayip.

Bir sürü obje var etrafımda

kalkıp birine uzansam,

yaptığın sanat eserinden eser kalmaz,

şimdilik duruyorum. Sadece bekliyorum.

Hava kararıyor,

sana sevgilim dahi diyemiyorum.

Ses tellerimi akort ettikten sonraya güzel bir şarkı saklıyorum.

Işık yokluğa teslim oluyor.

Sana bir şey itiraf etmem gerekiyor.

Ben karanlıktan korkuyorum.

Beni bu hale getirdiğin için sana kızmıyorum.

Sadece ufak bir ricam olacak.

Işıkları yaksan da, uyuyamasam olur mu?

En azından yaptığın bir şeyden şikayet etme hakkım olur diye düşünmüştüm.

Sana karşı mahcubum.

Seni görünebilir kılmaya çalışıyordum.

Oysa ben kimim ki?

Hak etmediğin gibi davrandım.

Ufacık bir özür yetecekti,

ama o zaman doğru yaptığımdan emindim.

Şimdiyse artık hiçbir şey yapmaya mecalim yok.

Sadece son yakın olsun diye umuyorum.

Yanlışlıkla hareket ettim sanırım,

hoşça kal gün doğumu,

dağılıyorum.

Bahis 3

$RF1X1EU.JPG

Sahtesin, belli!

Yüzünde renk yok

Verdiğin kitap, aslında yok

Kokusu yok

Başımı göğsüne yaslıyorum

Ayin yok

Kalp atışı yok

Yaşıyorum diye yalan söylüyorsun

Sigaran yok, müzik yok

Kendine gel!

Burada yalnızsın, iz yok, gölgen

Yok!

Bir dakika’

Galiba opera bitti

Uyanıyorum!

Bahis 2

IMG_9688.JPG

Şimdi atar damarında olması gereken kan kağıdımda

Bu kutlu bir yalnızlık

Kurbağa sesleriyle dibe doğru batıyorum

Bir diken gibiyim, ellerine batıyorum

Nabzını kontrol ettim

Normalin altında

Seni bir kağıt kesiği öldürecek

İnanabiliyor musun?

Yalansa tüm bunlar

Bitir bu acıyı

Benim en büyük yanlışım

Seni kandırabileceğimi sanmak

Vücudundan arta kalanlar beni boğmaya çalışıyor.

Korkuyorum…

Karantina

IMG_1075.JPG

Hiç

Hiç, sessizlik

Yanlış yerdeyim

Yanlış yazıldım yarına

Bir ben vardı dün

Unuttum

İçimdeki gün, geceye dönüştü

Artık sizi göremiyorum

Harabe bir evin köşesinde

Çöpe atılmış bir yatakta izliyorum gökyüzünü

Karar veriyorum

Ben artık

Yazıldığım tüm ölümsüz eserlerden siliniyorum

Tutmayın elimden

Çünkü başka bir dünyaya alışmaya çalışıyorum

Dokunmayın

Ben

Buradan çok uzakta

Yaşamak ağrısını dindirecek bir ağrı kesici arıyorum

İgloda Misafirlik

IMG_9809.JPG

Ana hatlarında beliren büyük bir urun tanımıyla beynimin derisinde kalitesiz benler bulundu. Değer verdikçe gördüğüm azaldı. Metabolizmam ruhani dengemin veremediği refahın intikamını almakta kararlı. Zamanı varken en azından bir şeyler yapmalı. Onlardan uzaklaşmalı. Zeminin yerini derinim almalı, en zeki beyinlerden sürekli irin mi akmalı? Zamanı varken bu evi yakmalı. Yüksek katlı apartmanda aranan dünya düzeninin yağlı urganı asansör boşluklarında bulundu. Gülüşleri duydukça, kalbim yaralandı. Dizlerinden alınan her bir hareketin sorumluluğunda bu sefil insan hakkı. Buralardan buzullara kaçmalı. Yanında olmayacaklardan zamanı saklamalı. Yalnız bir filozof öğüdünden iyidir dost kazığı.

Kara Tahta Yazıları-8

IMG_8769.JPG

Yakından tanıdığım insanların cesetlerini bir budist tapınağında yaktım. Budaya saygılarımı sunup oradan uzaklaştım. Kaçtım, kaçmasam beni seveceklerdi, ki sevilmekten hiç hoşlanmam. Yalnızlığıma göz koydu üç beş ihtiyar rahip, eşlerini öldürdüler, çocuklarını uzak diyarlara sürdüler. Yapmayın dedik dinletemedik. “Birlikte zor zamanlardan geçtik” dedi bir tanesi, içeriğini sorduk, söylemedi. Çok da lazımdı sanki. Bağırdık aniden hep birden “Yapma!” Diye. Bizi duyan herkes durdu. Duymayanlar da duranları görüp durdu. Oysa şaka yapacaktık ayin hazırlığındaki bir bilgeye, her şey gibi bu da kaka oldu. Bu aralar yalnızlıklarımızın bir merhemi yokmuş gibi davranmaya karar verdik. Fazla ilgiye gelemiyoruz götümüz kalkıyor hemen. Oysa bizim ne çok iyiliğimizi düşünen var. Hepsi yalancı, hepsi riyakar. Yalnızlığın en büyük kanıtı bir olacakken iki olmaktır.

Bahis 1

IMG_8902.JPG

Karşımda! Görüyorum.

Masada üç çeşit kitap kokusu

Dışarda koşturan insanlar

Bir metro istasyonu

Topuklu giyen kadınlardan korkuyorum

Sesleri kalp atışı gibi

Ben yaşamıyorum

Kokain yalnızlığı, burun akıntısı

Evin her köşesi yalan

Şimdi ölüm kadar yalnızım

Seni kandırdım, seni sevmiyorum

Ölü dostlarımın mektuplarını

Yastığımın altında saklıyorum

Yorgun Ben

IMG_3948.JPG

Gidenler, gitmekte olanlar

Kalbinde bir düzine sevgi taşıyanlar

Bir hevesten saatlerce yıllarını çalanlar

Pişman olan, yanılanlar

Dönmek için uğraşmayanlar

Artık bıraktığınız yerde değilim

Ben artık öylece bırakabileceğiniz bir ben değilim

Değiştim

Bunu istemedim

Kağıtlardan yardım istedim

Kimseden kimsesizliği istemedim

Hediye edildim

Yollarca dağlardan sürgün edildim

Ezildim

Yalanlar

Aynı mahkemede yargılar

Aramızdan ayrılanlar

Arkasından konuşulmayanlar

Sağlar, sağ salim gideceği yere varanlar

Geleceğini bulanlar

Bulutlar

Buz gibi saatlerin akreplerinde ezildim

Gün doğumundan öldüm, yenildim

Giden ben değildim

Binlerce suçlu arasından adi ilan edildim

Bahsedenlerden vurgun yedim

Kelimelerden azad

Cümlelerden men edildim

Kararlar

Günlerce gece olanlar

Tıkılıp bir odaya

Yıllarca zamanı olanlar

Belki bir mahkuma edilmiş iftiralar

Ağrılar

Altın tozu itiraflar

Harfi harfine yazıldım, bir çırpıda silindim

Dünya sizin olsun

Ben bir kez sevildim.

Denge Denklemi

IMG_20150708_195820.jpg

Yanlış yazılmış üç yüz otuz üç harf ile yalnız kalmak, yaratıcı bir düşünce mahsulü elde etme olanağı getiriyor olsa da reddediyorum şiir yazma isteğini. Düne şiir yazmak, güne şiir yazmak, yanmak veya yanılmak, kalitesiz istekler silsilesi. Bana göre üretmek en büyük cahillik demişti. Keşke dünya kalem ve kağıttan ibaret olsaydı, dünyevi dertlerimizi ekranlar yerine başka bir nesneye aktarabiliyor olsaydık. Yalnız kalmasaydık mesela, düşünce yolculuklarında tepinirken, ayaklarımız yere değseydi uzak yerlere giderken. İşimle evimin arası kronometrelerce uzak olmasaydı. Belki de uzak kelimesinin harfleri arasına bir yanlışlık olup yerleşmeli insan. Sonuçta yanlış yazılan uzak, yakındır. Bu aralar ters düşüyorum düşüncelerimle.  Tezatlık ahraz bir istek beynimin derinliklerinde. İlginçtir ki uzun zamandır senli benli rüyalar görmüyordum, olacak ya dün gece gördüm.  Beynimle barıştığım zannedilmesin hemen. Hesabını verecek hain, göremediğim rüyaların, duyamadığım şarkıların, anımsayamadığım ruhların. Zaten bunlar olmadan nefes alış verişlerim biyolojik bir devamlılık mecburiyetinden ileri gidemiyor. Rüyalarımdan çıkarım yapabilirsiniz. Aksiyon eksenlerimiz tutmuyor. Dengemi bozmayınız. Bilirkişilere göre en devamlı görünmezlik yoklukla meydana gelir. Kadehlerimizi görünmezliğimin devamlılık hatasına kaldıralım..

“Hervsey’de”

Karanlık

IMG_6843.JPG

Geceyim, karanlık etraf

Zaman kimdir, kimden taraf

Gümüşe bakan yılgın bir sarraf

Bakır yüreği etti bertaraf

Bir hastalık, ciğere dizildi saf saf

Yalnızım burada, onlar bitaraf

Adım araf, alın yazım araf

Şimdi dağlar kadar yanılsam

Yollar kadar yazılsam

Ve annem kadar sarılsam

Varlık kadar yok olsam

Her ne kadar ben olsam

Her yerim talan

Adım araf, alın yazım araf

İntiharı İntizar

IMG_4692.JPG

Bu bir intihar mektubu değildir. Belki de mektup bile değildir. Zaten mektupların amacını yanlış anladı insanlık. Mektuplar birine yazılmamalıydı. Öylesine yazılıp öylesine bir yere gönderilmeliydi. Tanıdık insanlara mektup göndermek ayıp sayılmalıydı, olmadı. En güzel mektup, sahipsiz, yersiz, yurtsuz, renksiz, kokusuzdur. Bir bildiri değildir. Ben intihara benzetiyorum biraz. Yan yana gelince belki bu yüzden kulağa hoş geliyorlar. Yalnızlığın sonu intihar mektubudur.

Düşüncelerin derininden yıldızlar yerine, el ele bir mağaza vitrini önünde en sevdiği elbiseyi izlemek gerekiyordu birlikte. İlk adımı intiharın, ölüme en uzak olduğun zaman atılır. Duygularının değişebileceğine inanmalısın. İnanmak kaybolmakla kardeş sayılır. Kesin konuşmak cehaletin tavla arkadaşı, önemsiz insanların “El alem ne der?” en büyük merakı. Sahi, bırakalım bunları, nasılsın? İyiyim demen için sorulan sorulardan biri olduğumu düşünüyorum. Hep beklediğim cevapları alıyorum. Seni gördüğüm o kaldırım kenarı, bir yanlış anlayıştı, belki de hayatımdaki en büyüğü. Her bir uzvun benden kaçar gibi. Dur artık! Yeter kaçtığın. Seni bulacağım ve bir sonraki intihar mektubunu senin için yazacağım…

Usul Sarmaşığı

maxresdefault.jpg

Yok, yok, yok, yok;

Eğer bir yerde artık tartışılmaz bir usul oluşmuşsa yeni bir usul yaratın dedi. Zira bir şeyi yapmanın şekli, yani usulü amacının önüne geçmekte. Amaçtan çok usulü kutsanır olmakta sonra. O şeyi sevmek yetmez olmakta, o sevginin herkes gibi gösterilmesi, sevmekten daha önemli sayılmakta. Kardeşlerim usul kavga sebebi yaratmakta. Usul gelse gelse yol manasına gelir ve eğer gerçeğe gitmekse maksadınız herkes kendi yolunu bulmalıdır. Siz bir ana yol yapar ve gerisini yasak ederseniz eğer dedi, ya yol yolsuzluk, ya da yolsuzluk yol olur dedi.

Bana Bir Şeyhler Oluyor

Yılmaz Erdoğan

 

Bu Şehir 2

IMG_8456.JPG

Güneşli bir günün akşamındasın.

Yanlış yerde doğru zamandasın.

Değişime inanır mısın?

Sen geç mi kaldın? Ne bu yüzündeki ifade?

Ben çok değiştim. Sen hala aynı gibisin.

Aşkın yorgunluğu çökmüş üstüne. Belli.

Kamufle olmayı öğrendin mi?

Burada oturarak görünmediğini mi zannediyorsun?

Özledim diyorsun. Yalan.

Bir siz biliyorsunuz sanki kaçmayı.

Özlem fırsatını bulduğunda kavuşmak içindir.

Çık artık saklandığın yerden.

Geç kalma artık, tam zamanında orada ol.

Aç müziğin sesini git seni nereye götürüyorsa.

Değişebilirsin. Kalbin sana oyun oynuyor.

Tek kelime daha etme.

Yanılmaktan korkma.

Herkes yanılabilir.

Sevme kendinden çok kimseyi.

Ama sadece sen yoksun dünyada.

Paylaş içinden geçenleri.

Biraz tutarsız gibisin.

İkimizde nereden geldiğini biliyoruz.

Korkularımızdan?

Daha iyi olmam için, canımı yakmana gerek yok.

İçimde Yanan Biri – Domenico

Nostalgia.jpg

İçimde hangi atam konuşuyor?

Hem aklımı hem de bedenimi aynı anda terk edemem.

Bu yüzden tek kişi olamıyorum.

Kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum.

Büyük ustalardan fazla kalmadı.

Zamanımızın gerçek kötülüğü budur.

Kalbin yolları gölgelerle örtülmüş.

Faydasız görünen seslere kulak vermeliyiz.

Okul duvarları, asfalt ve refah reklamlarının, uzun kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere, böceklerin vızıltıları gibi girmeli.

Her birimizin gözlerini ve kulaklarını, büyük bir rüyanın başlangıcı olacak şeylerle doldurmalıyız.

İçimizden biri piramitleri yapacağımızı haykırmalı!

Yapmamamızın bir önemi yok, o arzuyu beslemeliyiz ve ruhun köşelerini esnetmeliyiz sınırsız bir çarşaf gibi.

Dünyanın ilerlemesini istiyorsanız el ele vermeliyiz.

Sözüm ona sağlıklıları, sözüm ona hastaların arasına karıştırmalıyız.

Siz! sağlıklı olanlar, sağlığınız neye yarar?

İnsanoğlunun gözleri, içine daldığımız çukura bakıyor.

Özgürlük faydasızdır.

Eğer gözlerimizin içine bakmaya, yemeye, içmeye ve bizimle yatmaya cesaretiniz yoksa!

Dünyayı yıkılmanın eşiğine getirenler

Sözüm ona sağlıklı olanlar!

İnsanoğlu dinle!

Senin içinde su, ateş ve sonra kül ve külün içindeki kemikler.

Kemikler ve küller!

Gerçekliğin içinde veya hayalimde değilken ben neredeyim?

İşte yeni anlaşmam:

Geceleri güneşli olmalı

Ve ağustos da karlı

Büyük şeyler sona erer, küçükler baki kalır.

Toplum böylesine parçalanmaktansa yeniden bir araya gelmeli.

Sadece doğaya bak, hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin.

Bir zamanlar olduğumuz yere geri dönmeliyiz, yanlış tarafa döndüğümüz noktaya

Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz, suları kirletmeden.

Deli bir adam, size kendinizden utanmanızı söylüyorsa, ne biçim bir dünyadır burası?!

Şimdi müzik…

 

Andrey Tarkovsky – Nostalghia

Uydu Sorunu

uydu.jpg

Yalnızlığın tam ortasından yazıyorum. Akşam olunca anlıyor insan biraz yalnızlığını. Bütün tantana bitince, ışıklar sönünce ve söyleyecek bir kelime dahi kalmayınca anlıyor. Beni de biraz anlamanı isterdim. Ben seni yalnızken bir poker masasında da severdim. Kaybedecek tek kuruşum kalmadığında geleceğime bahse girerdim. Bir viski daha söylerdim sensizliğe. Sigaramı bir küllüğe iliştirirdim, alelacele. Sigaram da küllükte yalnızlık çekerdi. Ve diğerlerine kavuşma arzusuyla sık sık sönerdi. Yakmaya kıyamazdım bırakırdım. Sahi insan beklemek olmasaydı ne yapardı. En güzel sanat eserlerini öylece kaderine mi terk ederdi, bilemiyorum. En güzel kahverengilerimi en güzel kahvehanelerden çalmak gibi bir huyum var. Beni ehlileştirmene ihtiyacım var. Beni dünyadan uzaklaştır. Ben sana az kendime fazlayım. Fazlalığım. Güneşin aydınlatamadığı kuytu, yolunu kaybetmiş başıboş bir uyduyum. Etrafındaydım, artık yarınındayım. Uzaklaşmalıydım, şimdi çok uzaktayım.

“Hervsey’de”

 

Çöl Vakti

IMG_1024.jpg

Yanlış kararları doğru zamanlarda almak gibi bir huyu vardı şafak vaktinin. Hep bir umut beklerdik karşısında, bize güzel günler getireceğini umardık. Umut bizi hayattan koparan tek şeydi. Bekledikçe bekledik. Taşa döndük ve ekledik; bize yanlış tanıtmışsın dışarıyı. Sorun değil. yalnız kaldığımız her an birlikteydik, birdik. Mahremimi dökerdim sana, mahmur ederdin bakışlarınla. Bir sarhoşluktu doğruluk bize. Hiç yayınlanmayacak bir yazıydı ilkelliğimiz. İlkemiz daima günahlar işlemekti. Ama birbirimizden uzakta. Eğlenirdik günle, güneşle, ayla ve geceyle. Dünyayı bir deniz zannederdik, balık olmak isterdik. Sahillere inerdik seninle. Hatta birlikte kumpir yemişliğimiz bile vardı, vasat bir günün akşamında. Biraz tebessüm istemiştik dolunaydan. Esirgemedi. Bizi, biz olduğumuz zamanlarda o da severdi. Sevilmeye muhtaçtık ikimiz de. Birbirimizi seçtik. Seçilmiş kişiler olduğumuzu dünyaya ilan ettik. Armonilere bizi dizdik. İki notadan ileri gidemedik. Şimdi çaresiz kaldık işte, sen başka fa anahtarında mibemolsün. Ben kendi adımı çoktan unuttum. Yüzün kaldı kağıdımda. İncelikle dokundu kumaşıma. Seni atsam atamam. Ama affet beni, sen bir yağmur olsan, ben çölde bile olsam, seni artık arayamam.

“Hervsey’de”

Kara Tahta Yazıları-7

IMG_5337.JPG

Aslında yanıldığımızı biliyorduk. Sadece henüz bunu kendimize itiraf edememiştik. İnsan yanıldığını bilmez mi? Bilir. Biz işin salağa yatma kısmı ile ilgilenmeyi seçmiştik. Her seferinde biraz daha iyiye gideceğimize kendimizi inandırmıştık. Bunca zahmet boşuna değil. Biz sevmeyi, sevilmeyi seçtik. Yanlış yaptık, bunu da çok geç olduğunda fark ettik. Ama önemli olan yanlışımızı fark edebilmekti değil mi? Züğürt tesellisi! Daha iyi olabiliriz. Daha iyiye ulaşabiliriz. Yanılabiliriz. Düştük. Kalkıp koşmaya gerek yok. Şuraya oturup yaramıza bakalım, bir dinlenelim. Belki de beceriksiziz. Kabullenelim. Mutlu olacağımız şeyi aramaktan vazgeçip mutluluğun kendisini arayalım. Muhtemelen bulamayız, hiç değilse yolumuzun nereden geçtiğini biliriz. Biz ararken bizi bulabiliriz. Belki de bulamadan ölürüz. Sorun biz değiliz. Aslında başkası da değil. Zaten sorun herhangi bir kötü sonuca ulaşmadan önce sorun değildir.

Karşımda Kendim ve Dertlerim

IMG_8487.JPG

O kadar korkuyorum ki düşüncelerimden sarhoş olamıyorum. Bilincim dahilinde olmayan bir kelime çıkar da dudaklarımdan utandırır beni düşünce dünyam diye diğer insanlar gibi eğlenemiyorum bile. Buna kontrol manyaklığı diyebilirsin. Bunu kontrol manyaklığı hakkında bilimsel pek fazla bir şey bilmemene bağlarım. Benimle yargılarını kenara bırakıp yürümen gerekir. Bunca zaman nerede olduğunu sormak için gözlerin duygusal yaptırımını kullanmamaya kararlıyım. Zaman işte, herkes bir yerlerde. Denk gelmiyor olmamız aynı şeyleri düşünmediğimiz anlamına gelmiyor. Uzun süre uzun konular üzerinde yazamıyorum. Malum biraz dikkat dağınıklığımdan yakınıyorum bu sıralar. Bir asır gibi yaşıyorum her anı, bir saniye gibi geçiriyorum asırları. Asrın da hatrı vardır. En az senin üzerimde olduğu kadar. Her neyse konularımdan etkilenmen hoşuma gitmiyor. Ne kadar ilginç bulutları hiç düşünmemiş olman. Öylece gökyüzünde asılı kalan bir kaç toz veya buhar parçalarından ibaret olmadıklarını düşünüyorum. Belki de yanlış. Yine de bunu her fırsatta düşünmüyorum nasıl olsa. Anlık gelip giden düşünceleri yakalayıp ayaklarına taş bağlayıp egenin derinliklerine bir balıkçı teknesinden atmak gibi planlar yapıyorum aslında boş zamanlarımda. Herhangi bir şeyle uğraşmak biraz kaslarımı zayıflatıyor diye düşünüyorum. Suyun kaldırma kuvveti varsa aklımın da unutma gücü var. Sevmediğim duyguları yaşamamak için bu gücü kullanmam ne kadar normal bilemiyorum ama bu bedenime fazla müdahale ediyormuşum gibi hissettirebilir. Bu beni kötü hissettirmeyecektir.

İnsanın nasıl oluştuğu hakkında bilimsel verilerin inandırıcılığı ne kadar zayıf. Oysa o verilere takılıp kalsak herkesin aslında aynı şeyleri düşünmek, yaşamak gibi zayıf noktaları olabilir. Oysa herkes ne kadar farklı. Hiçbir şeyden emin olamamak ne kadar muazzam bir duygu. Egoyu bastırıyor aslında. Ne kadar küçük olduğunu insana tekrar tekrar hatırlatıyor. Bazı meseleleri çok fazla abartıyor gibi düşünüyorum Adem’in. Sessiz sessiz otururken bir anda ortaya bir tartışma konusu atıp insanları birbirine düşürmesinin bir içsel deney olduğunu tahmin ediyorum. İnsanı anlamış bu çocuk. Ama emin değil. Olması gerektiği gibi.

Sanat, felsefe, edebiyat burjuva işi uğraşlar mı cidden. Bazen rahat ettiğimi fark edebiliyor ve bunun için bir hayli yakınıyorum. Bilgeler çok fazla şey söylüyorlar.

Bilge de fazla şey biliyor diye bilge değil bu arada. Sadece bilmesi gereken konularda öğrenmeye meraklı ve hatırlama kabiliyeti benden biraz daha fazla.

Aslında hatırlamak gücü benden bi tık fazla her insan benden daha bilgedir desem pek de yalan olmaz. Sana kendimi anlatmaya çalışmıyorum. SAdece biraz konuşmaya ihtiyacım vardı. Seni gördüm ve seninle konuşmaya karar verdim. Beni dinlediğin ama anlamaya çalışmadığın için teşekkür ederim. Çünkü bu kelimelerin yerleri değişip daha farklı cümleler oluşturacak şekilde dizilseydi, hiç olmayacak insanlara anlamlı şeyler ifade edebilirdi. Optimizmin yarım uyak tahammülleri dillendirip gerçeğe dönüştürme çabası anlamsız. Düğümlerimiz sıkı, karanlıklarımız zifiri olsun.

Başka Bir Dünyaya İltica

IMG_9104.JPG

Başında beklerken biraz beceriksiz olduğumu hissediyorum. Oysa yazmalıyım başıma gelecekleri, kahinlik iddiasında bulunmuyorum. Sadece geleceği sezebiliyorum. Merak duygusu yenilmeli. Bir savaş bu epey kanlı, Galibi de katil, mağlubu da. Yanlış! Dünyamda işler pek yolunda gitmiyor. Beni kaçıracağın bir uzay gemin varsa seninle o yıldızda yaşayabileceğimi düşünüyorum. Ama pek emin değilim. Yerimi yadırgayabilirim. En azından bir koltuğum olsaydı diye başının etini yiyebilirim. Kitaplarımı da burada bırakabilecek kadar vicdansız mıyım? Belki de, bilemiyorum. Yanlış işte! Kendimle çelişmekten hiç hoşlanmıyorum. Değişim beni düzensiz bir ruh haline sokuyor. Kapitalizme sövüp yuvalarına harç taşıyorum. Bu beni dengesiz biri olduğuma inandırmaya yetecek bir kaç davranışımdan birisi. Akşamları ne kadar sevsem de gündüzleri mutlu oluyorum. Galiba ben mutsuz olmayı seviyorum. Mutluyken yazamıyorum. Belki de mutluyken daha mutsuzum, ihtimal dahilinde. Vazgeçtim, o yıldızda yaşayamam ben, sen benim yanlışlarımla dolu dünyama gel, hadi, bekliyorum.

İz Bırakma Fiziği

geçmişkik.jpg

Geçmiş ne kadar hızlı geçmiş, oysa yaşanmamışlıklar vardı. Beklesen biraz ne olurdu? Ben geç kaldım tamam, ama belki de hata senin. Neden tam zamanında oradaydın. Belki de sen de geç kalmalıydın. İkimizde geç kalsaydık bence geç kalmış olmazdık. Bana öyle bakma. Yapabileceğim bir şey yok. Olsa yapar mıydım? Elimden ne geliyorsa sana gelsin diye uğraşırdım galiba. Ama sen masum değilsin. Sana kızmıyorum. Hiçbirimiz masum değiliz. Ben sözlerine kızıyorum. Daha doğrusu kızıyordum. Sözlerini unuttum. Unutkanlık var biraz sen de biliyorsun. Belki sen de unuttun. Unutulmuş bir çiçek salonda duruyor. Her bulduğu fırsatta saati soruyor. Bir saat ya da bileğindeki herhangi bir şey. Bak ve bana ne kadar zamanımız olduğunu söyle. Seninle ben akrep ve yelkovan gibiydik. Sen bir dönerdin ben etrafında fır dönerdim. Hep etrafındaydım. Hep yakında. Saatler ileri mi alındı yine. Dur hemen sözlerime alınma. Alındıkça satılır sözcükler. Benim yazılarımın müşterisi yok. Bağırma, ben bağırınca giderim. Uzaklardan seni seyrederim. Seninle ilgili değil konularım, konuşlarım ve dokunuşlarım. Son dokunuşlarım hep zarif olsun isterim. Sinematik bir gözle bazen seni izlerim. Bir film olsan en güzel detay olurdun. Ben detayları severim. Emin ol en çok seni severdim. Yanlış anlama seni etkilemeye çalışmıyorum. Etki her zaman tepki oluşturur. Ben seni tepkisiz de kabul ederim. Basit fizik kuralları, biraz yanlış anlayışlar, tutku taneleri, kalp yıkıntıları. Sıradan şeyler de konuşmalı insan. Seni her zamanki yerde her zamanki sadeliğimle terk ediyorum.

“Hervsey’de”

Karambol

IMG_0686.jpg

Etrafta çocuklar var, burası park değil. Yalnız kalmaya pek alışık değilim, dilimde bir kaç serzeniş var. İnsanların dudakları arasından çıkan her iki kelime söz veriş. Yalan söyleyiş. Şekli fark etmiyor, öylece söyleniyor. Her söylenişte şekilleri değişiyor. Kimse mutlu değil. Herkesin rolü üzerine “cuk” diye oturuyor. Karşımda bir adam var. Akşamdan kalmış, ama kendine kalmamış, belli. Belirsiz bir yüz ifadesi var, gülüyor mu yoksa normalde de böyle mi anlayamıyorum. Zaten çok az şeyi anlıyorum hayatta. Onlar da çok zor şeyler değil. Mesela sıfırı anlıyorum. Yok gibi bir şey ama yokluğunun ismi var. Benim o da yok. Kendimi pek anlayamıyorum. Mutsuz değilim, yalanları seviyorum. İnsan kendine dürüst olmalı. Sıfırları seviyorum. Ama senin yanında bir sıfır olabilir miyim, bilmiyorum. Bunun için kendini zorlamamalı insan. Ya olmalı tam karşısında bir pencere, çıkıp bağırmalı, ya da karanlık bir zindanda, içinden ölüsü bile çıkmamalı. İki seçenek arasında kalmak nedir bilir misin? İntihar etmek veya sinemaya gitmek gibi. ikincisini yapsan ilkine zararı yok ama ilkini yaparsan ikincisine hakkın yok. Yasak aşklara fırça atmak yok, yanlış resmi karalıyorsun. Artık yaşamak bir karambol.

“Hervsey’de”

Aldanış

IMG_0459.png

Dünün yarınla ilgili bir problemi yoktu, hiç de olmadı.

Dünü ortamlarda sevmezler, ondan konuşmak istemezlerdi. O bunları dert etmezdi. Üzerinde garip bir boş vermişlik vardı. Bazen onu düşünenlere de sitem ederdi. Sevmezdi kendinden konuşulmasını. Göz önünde bulunmak ona göre değildi. Farklı insanların farklı düşüncelerine her zaman saygı duyardı. Vakur duruşuyla hayatını düzene koymuştu. Her geçen gün, onu yaşlandırıyor, sevgisini ise gençleştiriyordu. Yalancı bahara kanmamak elinde değildi. Sonunu bildiği filmler izlerdi, sonları hep mutlu biterdi. Bitirdiği yaşı söyler, bitmemiş resimleri severdi. Geceler onu inandırmaya yeterdi. Sabah beş gibiydi, hiç yapmadığı bir şey yaptı. Hata dedi yaptığı şeye, ama pişman değildi. Çünkü aşk hatadır ama pişmanlık değildir.

Bir kovalamaca başladı, yeri geldiğinde yerine geldiğine yanıktı. Yanılmış ve yanlıştı. “Hayat istediğin şeyleri vermediğinde istediğin şeyleri değil hayatını değiştirmen gerekir.” O bu sözü hiç umursamadı. Umursamazlık onda bir hastalıktı, hiç tedavi olmadı. Günden güne eridi dün, zaman geçti ve oldu yarın. Sevginin yüceliği buydu aslında zaman geçtikçe sevdiğine dönüşmekti. O bu elmadan tattı, bir daha dün olamadı.

Elma bir yanılgıydı. Düzene baş kaldırıydı. Yalnızlığına bir darbe, yazgıya saldırıydı. Çok geçmeden hayatından arındı.

Hayatımız bir dün ve binlerce yarındı. Ve bir yasak elma bizi dünyaya baktırdı. Gözümüzü alamadık, yerimizde kalamadık. Koştuk… Yorulduk… Durduk. Dinleniyoruz. Dinlendiğimiz yetmedi, bir de dileniyoruz. Durduğumuz yerde yeniden diriliyoruz.

“Hervsey’de”

Yolcu Katli

4E9A1947.JPG

Bir koku beni yıllardır gitmediğim bir yere saniyeler içerisinde götürebilir. Aslında tamamen hayat bana renkler ve kokulardan ibaret olan ilginç bir dünya sunuyor. Farkındayım. Bu sunumun güzelliği ile ilgili bir problem yaşıyorsam bu hayatı nasıl algılamak istediğime bağlıdır. Ağaçların bir dakika için görev yerlerinden ayrılıp aylaklık etmek için bir yerlere gittiğini düşünsene. Her zaman görülen bir mevsim az sonra beni yolculuklara revan edebilir. Bavulumu iyi hazırlamalıyım. Çünkü yol, kıtlıkla dolu bir katildir.

Hatta Hata

IMG_7302.JPG

Gecenin hür kuşları vardır. Bilinmeyen saatlerde seferler düzenlenen tüm düşlere bir göz atarlar. Ayın karanlık tarafını gören herkes gibi onlar da aynı şarkıları yazarlar. Topluluk belirtisi hissedilmeli, insanlar da onlar gibi hep aynı kokuları duyarlar.

Kat edilen her bir metre insanlığın bir başka denize yelken açabilme potansiyeline sahiptir. İnsan, yapısı gereği unutandır. Oysa yola radikal arzuları ile çıkmıştır. Yol ne kadar dar ise o kadar derindir. Bu derinlikte usta yolcular bile vurgun yiyebilirler.

Ne kadar inandırıcı konuşuyor bazen balıkçılar. İnanmamak elde mi? İnsan inanandır. İnandıkları uğruna insanlıklarını bile kenara bırakabilirler.

Düşünce kalkmak ister insan. Aynı yerden düşmek istemez. Buna tecrübe der. Belki de alışmak lazım acıya. İnsan olmanın gereği düşünmektir. Gerektiği kadar düşünmez ama. Eğim eğilince olmaz. Eğilimin ne tarafaysa oradan kırmaya çalışır dalını hayat.

Denizin durağanlığı balıklarımı rahat ettirmeliydi. Onlar ölmeyi seçti. Tercih meselesi. Kızamıyorum yine de. Onları oraya bırakmak bir hataydı. Hatalı olduğunu kabul eden de insan olmalıydı.

Sevgiliyle Monolog

IMG_6931.JPG

Kötü insanlar öyle filmlerde dizilerde gösterilen gibi değiller biliyor musun? Kötü insanlar elinden tuttuğumuz, gözlerinin içine baktığımız, belki biraz belki çok sevdiğimiz insanlar. Gözlerimizin içine baka baka yalan söyleyenler, fark etmediğimizi düşünenler, bizi aldatanlar kötü insanlar. Tanıyamadıklarımız, ya da yanlış tanıdıklarımız, konduramadıklarımız onlar. Bizi en fazla ihtiyacımız olduğunda terk edenler kötü olanlar. Sence intikam mı almalıyım? Bilmem. Belki de hayır. Yüzlerine karşı kötü olduklarını söylemeli miyim? Ya da en az onlar kadar kötü mü olmalıyım? Bir şey söyleyecek gibisin. Ama gözlerin, onlardan korkuyorsun. Seni yine ele verirler diye için için titriyorsun. Kendini savunmak istiyorsun. Ama çaresiz gibi görünüyorsun. Bir kelime daha etsen devamını getirmek zorunda kalacakmışsın gibi değil mi? Bir yalan daha, bir yalan daha… acınacak haldesin. Tek bir söz getirdim sana heybemde. Bir cümleyle birlikte. Şimdi kötülüğün ve sen baş başasın, hoşça kal.

Alsancak

IMG_9217.JPG

Sevgiliden ayrılır gibi ayrıldığı semt

Bir ışık, gökyüzü, etraf kalabalık

Bir kalemin kağıdı araması gibi

Arıyor dilinde kelimelerle

Mahçup yıldızların

Ayağının dibine

Düşmesi gibi

Eğilmeli önünde

Saygılar toprak

Günahkar bir korkak

Biz kimiz ve neredeyiz

Kiminleyiz.

Es’enlik

IMG_9259.JPG

 

Duyduklarım

Doğru olabilir mi?

Sence o kadar yanlışı

Aynı anda farklı insanlar

Yapmış olabilir mi?

Yalan diye sokaklarda

Bağırsak haykırsak da

Ağzından çıkanları

Yüzüne vurdu tanrı

En çok korktuğun yerden

Yaklaşır zaman birden

Ve bunların hepsinden

Sen sorumlusun

Yaşamak ağrısı

Tanrı yanılgısı

Can sıkıntısı

Kulak ağrısı

Ve bir isim sanrısı

Seni yanıldığın yerden

Dize getirir belki geç

Belki erken

Bir şiirin iskeleti

Bir kelimenin sefaleti

Güzelliğin azameti

Seni böyle mi

Terbiye etti

Bu kadar anne

Ve bir o kadar baba

Pişman mıdır acaba

O gün için

Ve gece

Beynimde yankı

Silah sesleri

Yanıldım belki

Seçerken akı

Bir tütsü

Tutuşturduk sana

Sana yandığına

Yemin edebilir

Belki hiç

Sevmeyebilir

Kaç

Seni bulacaklar

Ve hiç ummadığın anda

Senden konuşacaklar

Bir iğrenç kahkaha

Ağardı kulağımda

Kalırsan burada

Seni korurum

Ummadığın anda

Senin olurum

Bir kaç ses

Kulağımda yarım es

Yanılmak belki de

Düzensiz heves

Korkularım ve sen

Bir barınağın içinde

Herkesten

Kaçsanız bile

Bir kaç ağız

Sövecek size

Dilin önemi yok

Hepsi aynı bok

Hayat Kufesi

IMG_6811.JPG

İstesem didaktik olabilirdim

Ya da bundan hoşlanmayan bir cahil

Boyumdan büyük kelimeler dökebilirdim

Kağıtlara ve hayat dolu çocuklara

Kirlenirdik beraber

Sokağa çıkıp satardık gençliğimizi

Ne gelir elden

Seçtik bir kere üstün olmayı

Düşmeyi düşünmeden

Düşleyebilmeyi, teslim olmadan

Ne gelir elden

Doğduk bir kere bataklığa

Kaldık sırtımızda yükle

Hamallığa

Bir Adın Kalmalı Geriye

IMG_8293.JPG

Bir adın kalmalı geriye

Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde

Aynaların ardında sır

Yalnızlığın peşinde kuvvet

Evet nihayet

Bir adın kalmalı geriye

Bir de o kahreden gurbet

Sen say ki

Ben hiç ağlamadım

Hiç ateşe tutmadım yüreğimi

Geceleri, koynuma almadım ihaneti

Ve say ki

Bütün şiirler gözlerini

Bütün şarkılar saçlarını söylemedi

Hele nihavent

Hele buselik hiç geçmedi fikrimden

Ve hiç gitmedi

Bir topak kan gibi adın

İçimin nehirlerinden

Evet yangın

Evet salaş yalvarmanın korkusunda talan

Evet kaybetmenin o zehirli buğusu

Evet nisyan

Evet kahrolmuş sayfaların arasında adın

Sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı

Bu sevda biraz nadan

Biraz da hıçkırık tadı

Pencere önü menekşelerinde her akşam

Dağlar sonra oynadı yerinden

Ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca

Sen say ki

Yerin dibine geçti

Geçmeyesi sevdam

Ve ben seni sevdiğim zaman

Bu şehre yağmurlar yağdı

Yani ben seni sevdiğim zaman

Ayrılık kurşun kadar ağır

Gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın

Yine de bir adın kalmalı geriye

Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde

Aynaların ardında sır

Yalnızlığın peşinde kuvvet

Evet nihayet

Bir adın kalmalı geriye

Bir de o kahreden gurbet

Beni affet

Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç

Ahmet Hamdi Tanpınar

Sancı Devridaimi

SAM_2229.jpg

Umursamaz bir adam vardı. Önce kendini bulmaya çalıştı. Olmadı. Kendini bulduğunu sandığı insanlardan kaçtı. “Bu nesil benim neslim değil. Yanlış zamanda yanlış yerdeyim” dedi. Dediği kadar vardı. Var olduğu kadar yoktu. Kaçtığı yerde bir ağaç kovuğu buldu, saklandı. Bir asır geçti, uyudu, uyudu, uyandı, kovuktan çıktı. Şanslıydı. Hala kesmemişlerdi saklandığı ağacı. Bir orman iş merkezi olmamıştı, şanslıydı. Ama sadece bu kadar şanslıydı. Yalın ayak koşup sahile indi. İndiği yer sahil değildi, beton istilası, ağaçlar üzerine oturulabilecek şekilde kesik. Seyyar satıcıdan bir çay aldı. Ayaklarını binadan aşağı sarkıttı. Aşağısı denizdi. Düşünmeye başlasa düşünmeden edemezdi. Bu yüzden erteledi. Yanında bir kız belirdi. Yaşlı gözleriyle bir mendil istedi. Adam cebinden bin yıllık mendilini çıkardı. Kıza uzattı. Eli mendil gibi bembeyaz oldu. Kadının eli kirliydi, değdi, elinin kirlendiğini düşünüp çayı eline döktü. Bir mendil gibi eridi gitti eli. Çaya kızıp denize döktü. Deniz çayın rengine büründü, kız üzüldü. Üzgün hali buharlaştı, yağmura dönüştü, bin yıllık hayat sağanak oldu, dünya üzerine düştü, düştüğü yerden yerildi. Akşamına yenildi, içildi. Kelimeler dağıldı, sözler azaldı, kadehler kalktı, sağlığına içildi.

İnsan Budalası

6tag_210615-033031.jpg

İnsanların karşısındakini aptal zannetme huyları var oldukça hiç bir insan ilişkisi olması gerektiği gibi sade ve kusursuz olmayacaktır.

İnsanlar konuşma esnasında size net olduklarını söyleseler bile onların içlerinde kokusunu aldığınız şeyin adı o bağnaz istek silsilesinin bozulmuşluğu. Bu hislerinizde yanılmadınız. Aslında size karşı savunmada olduğunu düşündüğü zaman başlatılan o fikir bombardımanı savaşın görünmeyen karanlık tarafıydı. O ilginç istekleri yanıtsız bırakmak sizi ona karşı istek savaşında bir sıfır öne geçirebilir. Lakin sonraki kozun tam yerinde olmalı. Karşı tarafta elin açıklığından faydalanan bir fikir budalasının gözlerindeki edepsiz blöfü iyi okumalısınız. Çünkü verilen her koz zeki olduğunu düşünen bir beynin rezil isteklerinden doğan o kanamalı dürtülerini size karşı kullanması isteğini barındıracaktır. Dizginsiz fikirlerini kendinden başkasıyla paylaşamayan bir sefille karşı karşıyaysanız ve size hayatınız, dünyanız hakkında fikirlerde bulunma yetkisine nail olduğunu hissettiriyorsanız, bu da verilmiş olan başka bir kozdur. Ona değerli olduğunu hissettirmek kendinizi değerli görmediğinize dair yanlış bir izlenim oluşturacaktır. Aldırmayın, sadece biraz daha zeki hissetmesini sağlamak içindir bu davranış. İnsan kestirilemeyen davranışlardan daha çok yara alır.

Yandaş olarak gördüğünüz insanların zamanla aslında rakibiniz olabileceği duygusu çok uzak olmamalı. Çünkü insan savaşan ve savaştığını unutan bir varlıktır bazı kitaplara göre. Oysa tüm evrenden sıyrılmış dikensiz bir gül olmalıydı insan, sıyrılan diken olmayı yeğleyenlere söz yok tabi. İnsan dışardan haklı, içerden de bir söz duyduğu garip iniltisi “ne kadar hain çalışıyor aklı.”

Zaman zaman bir daha hata yapmamaya söz vermiş bir rahibe gibi hür-i pak hissediyor olsa da bedenim akıl akılalmaz günahlar denizinde kaybolmuş küçük bir balık gibi kalakalıyor olduğu yerde. Yenilmesi an meselesi, yenerse akıl meselesi. Serzenişlerim boşuna, anlaşılmak için değil bu sözler. İçimde bir yangının küllerini biriktirmek hoşuma gitmediğinden. On dakikada yerle bir edilen düşünceler yerini bozarmış küllerle dolu bir harabeye bıraktı. Küllerini Nil’e salmazsam, haksızım. Kendime karşı, hislerim zavallıca olarak kalır ki bu beni güçsüz olduğuma inandırır. Zaman dediğimiz tik taklı kuzey rüzgarlarında insanın hali ne denli çelimsiz kalmıştır. Bilinmezlik devinimi isanın insandan çıkarı dolu. Bu yavan zulmü insan nasıl kendi aleyhine çevirebilir ki.

Bazen hatalar insanın kendisinden kaynaklanmaz. Karşı taraftan kaynaklanırsa da yaralamaz. Belki de biraz iç burukluğu bırakır hücrelerimizin derinliklerine. Kalbin boğazı düğümleniyor. Ne yazsam, nasıl yazsam da ne hissettiğimi karşılamıyor. Ne acı. İnsan budalası…

Ormanlıkta Sis Perdesi

IMG_0354.JPGİstediğin kadar canımı yak. Şimdi buradasın. Sen buradayken seni hissetmiyorsam, gittiğin zaman da sensizliği hissetmem. El alem ne der korkusuyla kahkahalar at. Gülüşünü kıskanmıyorum artık. Çok bunaldım, kaçıp bir ağaç kovuğuna saklanmayı düşünüyorum. Önceden olsam burada, uzanır çimenlere gökyüzünü seyrederdim. Kutup yıldızından karınca yuvalarından seni bulmaya çalışırdım. Soğuktun, kayan yıldızlarımı yakalamaya çalıştım. Belki başıma ekşiyen bir delinin her söylediğine inandım. Yorgun memur dertleri dinledim. Şimdi o kadar korkuyorum ki yaşamak sancısından. Kağıtlara bir kaç yalın kelime bırakıyorum. Dünyayı toplasan bir cümle etmez şimdi, kendimi terk ediyorum…

Kara Tahta Yazıları-5

Dkdndjdbskdb.jpg

Geçenlerde kadim bir dostum aradı beni, abi çok kötüyüm gel dedi. Atladım dolmuşa vardım yanına, oturmuş sahilde kukumov kuşu gibi karşı yakaya bakıyor. Ne oldu oğlum dedim, insanlar dedi, insanlar kafayı yemiş olduğumu düşünüyorlar. Bu muydu dedim derdin. Daha ne olsun der gibi baktı yüzüme. Aman be dedim ne olmuş delirdiysen, suç mu? Kalksın o zaman hamsiler halaya, koşsun tüm boyalar fırçalara, fırçalar da duvarlara, şahlansın demlikler poşet çaylara karşı tavuklar damlara uçsun, kargalar okusun marşımızı, atlar kulaç atsın boğazda, kişnesin trenler, sussun sirenler, ağlasın timsahlar ve şen olsun şu koca dünyaya başkaldırımız. Kutlu olsun deliliğimiz!

İç Sıkıntısı- Yayılmamalı

IMG_6513.JPGAnlamını kavramak için uğraştığımız her şey için daha önce herhangi biri tarafından açıklanma ihtiyacı duyulmuşsa eğer, anlamını kavramak için uğraşılan şeylerin gerçekten anlamlı olduğuna inanmalı mıyız?

Belki de yokluğu ile gündeme gelmemek için varlık yalanı söyleyen bir kaç muzip yüzünden bugün saçma sapan inançlar uydurduk kendimize, kim bilir.

Zaten kim bu kadar şeyi anlamlandırmak istemiş ki? Kim bu anlam tüccarı? Kimin ürünü bu dünya üzerine kurulmuş rahatsız fantezi?

Kavga etmek yerine küfür etmeyi bulan diyorlar medeniyetin kurucusuna, kavga etmek için kullanmayan küfürbaz oluyor da kendini dizginlemek için kullanan haklı mı?

Ne komik bir dünya düzeni, seviye arayan bir ahlak bekçisi değilim. Ama yine de yazmalıyım içimden geleni. Yayınlanmayacak olsa da nasıl ölündüğünü bilmeliyim. En güzel ölümün nereden kiminle geldiğini bulmalıyım. Galiba aklımı toplayamıyorum. Kişilerin ve olayların bana neler hissettirdiği hakkında henüz bir fikre sahip değilim. Galiba bunun tam teşekküllü eğitimini almadan da böyle bir yargıya varamayacağım, farkındayım.

Sessizlik istediğim bütün varlıklardan yokluk beklemem mantıklı değil. Sessizlik, yokluğun yemeğidir. Bugün insanların bu gereksiz orucu bozmaması ne kadar anlamsız. Bu yanıltıcı rezil uğraşları ne zaman anlayacak gösterme tanrısı olmaya çalışan, mitolojilerden roller çalan rahatsızlar? Bu bir değer karmaşası, ağrı aksı, haz ağrısı.

İçki masasında verilmiş sözlerden daha ağır söylediğin sözlerin kokusu. Her neyse konuştuğumuz şeylerin konusu. Algı operasyonları her dilde ve çevrede. Bugün siyasetten daha aptalca bir şey varsa o da yarın da var olma çabası. Belki de hemen yok olmalı, bir yolunu bulup bir gezegeni kendi toprağı ilan edip bu aptallıktan kaçmalı. Hemen burada, yok olmalı. Okumadan, dinlemeden, anlamadan, söylemek istediğini söylemeden şu an yok olmalı.

Ben de göstermeye çalışıyorum. Görülmemiş olanı. Ne farkım var onlardan, onların da varlığı buna bağlı. Gördüklerini görmemiş olana göstermek ne derece anlamlı? Ben gösterdiklerimle yok olmaya çalışıyorum bence bu anlamlı. Belki de insanlara göre tavrım, yanlı. Umrumda değil. Kelimeler arasında durdum ve etrafımda yüklem yağmurları. Bunların yarısı belki de tamamı yayılmamalı. Sezgi dediğimiz kuruntu belki de. Belki de anlamadığımız şeyleri gerçekten anlamamız gerekiyor. Bu ağdalı anlatımlar, bağnaz takıntılar, batıllar…

Kahveni yudumla, rahat bırak dünyayı.

Yersiz Uyku

FullSizeRender (1).jpg

Bir gece uyumaya çalışıyor, bir hece bir hevesle bir cümleye koşuyor, kendine yakışan kelimenin yanında duruyor, durduğu yerden konuşmak hoşuna gitmez. Ayağa kalkıp uzun uzun adımlıyor odanın içinde. Odada bir anda karpuz kabukları ayaklarının altına seriliyor. Karpuz kabukları kendini iyi hissetmediğin anlarda ayaklarının altına serilir. Belki de güvenilir bir yere doğru havalanır. Yanındaki kelimeye dönüp, biraz su ister misin diyor. Kelime susuyor, suyu cami bahçesindeki lalelerin dibine döküyor. Lalelerin rengi suyla uçup gidiyor. Uçuşan renklere bakıp dileğini diliyor ve yalnızlığın katlanılmaz şey olduğunu aklından geçiriyor. Beyninden geçen her kelimeyi gözleri haykırıyor. Mesela geçenlerde birine gözleriyle ilanı aşk etmişti. Yanıt bulamadı, ama olsun. Galiba insanlar gözlerindeki kelimelere bakmayı tercih etmiyor. Kolay lokma zannettiği çiçeklerim var, onları koparmaya çalışıyor, çiçeklerim olağan gücüyle karşı koyuyor. Aralarında savaş çıkacak diye ürküyor meşe, çiçeğe bir fiske vuruyor, çiçek adama, adam bana küsüyor. Yalnızlık bir küskünlükle başlıyor. Yalnızlık başladıktan sonra her harf arasına boşluk giriyor. Boşlukta kaybolmak istiyor bir zenci. Zencinin tek istediği biraz sevgi. İlgisizlik batağına düşmüş bir kaç ezgi. Ayakları geri gitsin diye düşünüyor, bir bemole takılıp yere kapaklanıyor. Yer duygu, yersiz duygu, duygu, tüm istediğim buydu…

“Hervsey’de”

Bir Sinema Dehası

011220142138348315131.jpg

Ahmet Uluçay’a…

Onu anlamadan, sinemayı anlayamaz sinema uğruna hayatını harcayan insan. Öyle bir kaç kitap yazmayla, onu bunu eleştirmeyle, bilmem kaç cilt mürekkep yalamayla Ahmet Uluçay’ı anlayamaz sinemacı, anlayamamalı! Ahmet olmak için, aşk gerek. Mesela “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filminin ödül törenindeki konuşmasını dinlemek gerek Ahmet Uluçay’ı anlamak için. Büyük yönetmenlerin ödül törenlerinde smokinlerle, grand tuvaletlerle verdikleri pozlardan sıyrılmalı. Sade, normal bir vatandaş olmalı belki. Bir kot pantolon, bir siyah tişörtle çıkmalı en büyüklerin gözü önüne. Belki de her şeyine sinemanın; yoksulluğuna, baskılarına katlanmalı aşk için. Onlarca kösteğine göğüs germeli, “Sen köylüsün, ne anlarsın sanattan, sinemadan!” diyenlere bir cevap olmalı. Sanat dediğimiz şeylerin aslında insanın doğasında var olduğu gerçeğini unutmamalı. Çocuksu duyguları, hevesleri kapital dünyanın zincirlerine vurmadan yarışmalı. Yapışmalı yakasına insan olmanın haklı gururunun. Sanatın aidiyetinin yalnızca sanatkara oluşunun paçasına bir makas atmalı. Ne didaktik, ne lirik olmalı. Şair olmalı, dahi olmalı, aşık olmalı ve yok olmalı.

Onu anlamak da yetmemeli sinema yoluna baş koymuş insana. Yönetmen olmak için onlarca film çekmek yetmezmiş, bir de en büyüğünden aşk gerekmiş, o bunu tüm Türkiye’ye gösterdi. İşine duyduğu, eşine duyduğu, arkadaşlarına, yurduna duyduğu aşkı hissetmeli insan. Meselemiz Ahmet Uluçay’ı hissetmek olmalı. Ve Her ne gerekiyorsa yapmalı, Ahmet Uluçay olmalı. Bunun için küçük bir köyde yaşamak gerekse en küçük köyü bulmalı, mitolojiden Çarşamba karıları beğenmeli kabuslarına. Sanatta rahat olmaz der bir hocam, ne kadar haklı. Belki de en rahatsız iskemlelerde uyumalı. Ya da yapıtını birine anlatmadan gözlerine uyku sokmamalı. Yalnız kalmalı, sokaklarda kalmalı, yapımcı yapımcı dolaşmalı. Kendine inanan temiz bir yürek bulmadan can vermemeye çalışmalı. Ahmet Uluçay’ın “Sinemayı Lumiere kardeşler bulmasaydı, vallahi ben bulurdum.” demesindeki gibi bir inançla yoğrulmalı. Bir arkadaş bulmalı, öncelik sıralamasında değerli olan her nesneyi birinci sıraya koymalı. Birincilik paylaşılır ona göre, ikinci olanı yapmaya değmez çünkü. Yapmışsa da geçim sıkıntısı, ne yapsın. Muavinlik de yapar insan çıraklık da. Ama bir gün yapmak istediği yapıta muhakkak ulaşmalı.

Bir tane uzun metraj, bir kaç tane kısa filmle yönetmen olunur. Sinema dehası da olunur. Buna Ahmet Uluçay denir. Ruhu şad olsun.

Kara Tahta Yazıları-4

IMG_8930.JPG

Verilen en büyük yetkiydi bana bilmiyorum kelimesi. Belki de artık büyüklerim bana inanmıyorlar. Ama ne kadar umrumda gerçekten bilemiyorum. Ben olmayı ben seçmedim. Bilgiye nasıl ulaşacağımı dişlerimle toprağı kazıyarak öğrendim. Mühim değil artık kimliğim. Ben bilinmezliği kirlettim. Artık her şey bir öncekinden daha zor dostum. Ama sana bir sır vereyim. Yalnız kalmanın sırrı nedir çözdüm. Yalnızlığın yanlışlıklarla ilgisi var. Yanlışa yanlış dersen yalnız kalırsın. Eğer bir yanlış görürsen oradan hemen uzaklaşmalısın.

Bir Kara Kuyu

53767.jpg

Arkadaşlarla aramızda uzun uzadıya  tartıştık. Kimi uçmamız taraftarıydı kimi değil. Hepimiz kayak yapabiliyorduk. Ama bu bizim için artık bir spor değildi.

Bir kaçımız evlenmişti bile. Ama sorun değildi bekarlar olarak yeterli sayıdaydık.

Uzaktan bir adam geldi. Sorduk nerelisin dedik, dünyalıyım dedi. Aramızda tartışıp karar verdik, adamı kesip yedik. Tadı damağımızda kaldı, dünyalı eti güzelmiş. Etrafta gençten bir kaç penguen vardı, etten onlara da verdik sevinçten havalara uçtular.

Uçup gittiler. Meğer uçamadıkları için yanımızdalarmış. Alındık penguenlere.

Bu kadar sevme dedik bir tanesine. En çok o sevdi. Diğerine gitme dedik, kaldı. Penguenler tutarsız yaratıklar, insanlar gibi. Birden sinirlendi Venüs, ne o dedik. Ben insanları seviyorum dedi. Oysa bundan bize neydi?

Ne zaman çıkıp gidecektik? Ne zaman buradan kurtulacaktık? Her şeyi kontrol edebiliyorduk ama bilinçli olarak değil. Sanki bizden üstün bir şeyler vardı. Sorduk baş piskoposa “düşünme siktir et“ dedi. haklıydı, hiç düşünmedik. Düşünmedik diye bir kaç kere düştük, dizlerimiz kanadı, yaramızı yine onlar sardı, penguen kanatları düşünüldüğünden de genişti…

“Hervsey’de”

Başarı Miyopluğu

HYQO5908.jpg

Bu arada başarının fazlasıyla iğrenç bir şey olduğunu belirtmeliyiz. Meziyete olan sahte benzerliği insanları yanılgıya düşürüyor. İnsanların çoğu için başarı neredeyse üstünlükle aynı anlama geliyor. Yeteneğe çok benzeyen başarıya inanan bir enayi vardır: Tarih. Sadece Juvenalis ve Tacitus ona karşı homurdanırdı. Günümüzde, neredeyse resmi bir düşünce sistemi onun evine uşaklık etmek için girdi ve bekleme salonunda hizmet vermeye başladı. Başarınız: Kuram. Zenginlik kapasite gerektiriyor. Piyangoda kazanana becerikli, kurnaz bir adam deniyor. Kazanan saygıdeğer oluyor. Dünyaya üstün vasıflarla gelin! Hepsi bu. Şanslı olun, arkası gelir; mutlu görünün sizi soylu sansınlar. Bir yüzyıl boyunca ses getiren beş altı önemli istisna dışında, çağdaş beğeni anlayışı miyopluktan ibarettir. Yaldız altındır. Sıradan biri olmak hiçbir şeyi değiştirmez, sonradan görme olmalı. Sıradanlık kendine hayran olan ve sıradanlığı alkışlayan yaşlı bir Narkissos’tur. Kişiyi Musa, Eshillos, Dante, Michelangelo ya da Napoleon yapan o büyük yetenek halk yığınları tarafından hemen ödüllendirilir ve hangi alanda olursa olsun hedefine ulaşan alkışlanır. İnsanlar, bir noterin milletvekili olmasını, sahte bir Corneille’in Tiridate’ı yazmasını, bir hadımın hareminin olmasını, asker Prudhomme’un tesadüfen dönemin en önemli savaşını kazanmasını, bir kimyacının Sambre-et-Meuse ordusu için kartondan ayakkabı tabanları icat etmesini ve der yerine satılan bu kartondan dört yüz bin frank kazanmasını, bir işportacının tefecilikle evlenip ona hem annesi hem babası olacağı yedi sekiz milyonu doğurtmasını, bir vaizin genizden gelen sesi nedeniyle piskopos olmasını, zengin bir evin kahyasının işinden ayrıldığında Maliye Bakanlığı’na atanacak kadar zenginleşmesini, tıpkı Mousqueton’un yüzünü güzellik , İmparator Claude’un yakalığını ihtişam diye adlandırdıkları gibi deha olarak adlandırıyorlar. Gökyüzünün derinliklerinde takımyıldızlarla, ördeklerin bataklık çamurunda ayaklarıyla yaptıkları yıldızları birbirine karıştırıyorlar.

Sefiller

Victor Hugo

Derin Temizlik

IMG_0439.JPG

Kelime kökenleri araştırmaya giriştim. Her neredeysem ve kiminleysem o yerde kimliğimi neden yitirdiysem bilmek istiyorum. İstemsizce elim yazılmışlara gidiyor, oysa istediğim, henüz yazılmamış olanın ruhundan çığlıklar atıyor. “Beni buradan çıkar!” Kolaysa sen yap. Sese doğru yöneliyorum, yöneldiğim yeri karanlıklar basıyor, bir karabasan rüyalarımı ziyaret ediyor. Münzevi birisi, onu sevmiyorum değil. Ama ziyaret yersiz, misafirliği istemsiz. Uyandığım gibi bir koşuşturma, zorluyorum zihnimi, bulmalıyım hayallerimin yerini. Yazılmamış olandan, çizilmemiş olandan, akla gelmemiş ve gelmeyecek olandan geçmeli yolum, her ne pahasına olursa olsun, bulmalıyım onu. Bir uğramak değil amacım, oraya bedenimi adamalıyım. Dağ, taş, gök, toprak… Yardım etmeli bir kaç sağanak. Herhangi bir kasırganın peşinden gitmeliyim. Katmalı girdabına beni de. Nerede duracağımı bilmeden indi bindi pahası ile gideceğim yere götürmeli beni. Belki de buluşmamız hiç bilmediğimiz bir köyün kahvehanesinde olmalı. Mütevazi. Birer çay söyleyip dalmalıyız derdimizin sanatına. İnsan ne olduğunu bilmeli, nereden geldiği önemsiz, nereye gideceği belirsiz. İzbelerde bulmalı kendini, zamansız, yerin değeri değersiz.

Emir Değil İbadet

IMG_0776.JPG

Felsefenin ekmeği burjuvanın fırınlarında pişer. Zavallıya düşünmek düşmez. Zavallı olan hep düşer, sıfatını karıştırır düş görmeye çalışırsa düşünmeye fırsat vermeyenle çatışır. Hayallerin için fırsatları kovalamayı bırak. Seni senden çalan nesnenin sonuna bir “izm” koy, haykır, küfret, kavga et. Neslin besini ekmek değil, et. Kes bir parçanı ortaya koy ve ziyafet! Tabakları kuralına göre diz, saçmalıkların adı zarafet. Amacından sapmış medet umduğumuz şeylerin adı her neyse. Rezalet. Adın bir harften ibaret. Yalan yanlış düşüncelerinle insanları kepaze et. Belki de olduğun gibi olmalısın. Sıfatından yararlandığın her cümleden özür dilemeden dünyadan göç et(me). Parantez içi tavsiyelerinden yararlan ve bütün hayatını yokluğun pahasına hibe et.

Piskoposun Satılık Öğütleri

IMG_0768.JPG

İnsan üzerinde hep bir yük oluşturan ve suça meylettiren bir ten taşır ve ona boyun eğer.

İnsan onu gözlemeli, bastırmalı, durdurmalı, ancak son raddede boyun eğmelidir. Bu itaat halinde günah işlenebilse de, bu, büyük bir günah sayılmaz. Bu bir düşüştür, ama dizlerin üzerine düşme duayla telafi edilebilir.

Bir ermiş olmak istisnadır, dürüst bir insan olmak kuraldır. Yanılın, gücünüzü kaybedin, günah işleyin, ama dürüst olun.

Mümkün olduğunca az günah işlemek insanın yasasıdır. Hiç günah işlememek meleğin düşüdür. Dünyevi olan her şey günaha boyun eğer. Günah yerçekimine benzer.

Monsenyör Bienvenue

Sefiller

Victor Hugo

İyelik Eklerinde Durum Draması

IMG_6441.JPG

Ait olma hissinin kaynağını bulduğumda ilk suçumu işleyeceğim duygularıma karşı. Cebimdeki son kibriti onun için saklıyorum zira. Kısa ömürleri olan aciz varlıkların tanrısal iddialarını sürdürme biçimleri bir kaç farklı iyelik ekine bağlı. Ya bunlar hiç olmasaydı?

Hissedilecek çok şey var, yazmak o kadar güçlü değil.

Değirmende Düz Koşu

IMG_3067.JPG

Ne bu bekleyiş? Beklediği şeyin nesnesinden bile habersizken tekliğini çoklaştırma çabası yersiz. Ellerinin adı var, bana ellerinle seslen. Seni duyamıyorum. Delirmek eylemi elde var birken, diğer eylemlerin varlığı arafta? Ne tarafta? Soru, soru, soru. Hayat; çok fazla soru. Oku, öğren, anla. Hayat; çok bilinmeyenli iki denklemin birlikteliklerinden doğmuş ikiz çocuk. Her yer, yerde. Deniz, gök; yerde. Yerin dibi bir yerde. Ben bir yerde. Gözlerim yerde. Yaşamak istiyorum. Ama bu ten uyuşmazlığı zararlı. Utanıyorum. Her uyku yarı ölüm, uyanış ölüm. Ben hep uykunun en güzel yerinde uyandırılıyorum. Bir serçe mezarı; küçük, önemsiz, belki de gereksiz. Ben o mezarın dondurma çubuğundan taşıyım. Yazılacak yerim yok. Üzerime basılıyor, toprağa karışıyorum. Uykunun en güzel yerinden sınavdayım, soru, soru, soru. Yüzüm yerde, artık bildiğim soruları da cevaplamak istemiyorum.

Belki de kendiliğimden;

Uyanıyorum,

Toprak oluyorum,

Batıyorum.

İçimdeki Chopin

IMG_0101.jpgBeynimde ölü  bir adamın kalıntıları var. Nerede ölmüş ne uğruna ölmüş bilmiyorum, aslında umrumda da değil. Kafatası soruyor. Naziktir genelde. Neredensiniz siz? Cevap veriyorum, gökyüzünden. Sus diyor, inanmıyorum! Biraz gergin galiba bu aralar. Nasıl davranacağını bilmiyor, tutarsız. Benim gibi. Onunla aramıza kalitesiz kumaşlar giriyor. Bizi yataktan bu kumaşlar ayırıyor. Belki onlar olmasa yatağa gömülecektik. Dert değil. Ayrılmak acı çekmekten iyi diyor elmacık kemiği, ona pek güvenmiyorum. Bazen kalitesiz şakalar yapıyor. Kemik tozu savuruyor yüzüme. Burnum kaşınıyor. Hapşıracak gibi oluyorum, burnumu tutuyorum ama faydası yok o burnun bir kere kaşınmışsa hapşırsan bir dert hapşırmasan bir dert. Saçmalamayı bırakıp hapşırıyorum. Bir saniyeliğine de olsa kalbim duruyor, rahatlıyorum. Hiç durmayacak diye endişeleniyordum. Bu aralar biraz değişikliğe ihtiyacım var.

Yaşamanın bir tatili olmalı, belli saatlerde insanlar yaşamamalı. Bu önermeyi kalça kemiği yapıyor. Sanki tatil yapsa rahat edebilecekmiş gibi. Susturuyorlar onu. Onu galiba sevmiyorlar. Ne acı, onlar arasında da hiyerarşi var sanırım.

Yıllarca insanların yükünü taşıyan bütün kemikler ayaklanıyor. Kendimiz yetmezmiş gibi başkalarının yüklerini de taşıyoruz diyorlar. İnsanlar onlara karşı biraz acımasız davranıyorlar. Belki de haklılar, onların da bir sendikaları olmalı bence. Yatacak yerleri olmalı. Birleşip tekrar dirilmeliler.

Dirilmek de ölmek gibi acılı olur mu acaba? Hiç ölmediğim için bilmiyorum.

“Hervsey’de”

Hırsız Marşı

IMG_9674.JPGHava sıcak.

Asfaltta sahra edası.

Görgü kuralları uzakta olmalı.

Her kural bir başka bacadan akan kurumun sebebi olmalı.

Hırsızlık yapma!

Çaldıklarınız kurumun malı.

Bir saygı belirtisi olarak sizli bizli konuşma çabası.

Ne ala benzer kanın ne yola.

Dökülse bir yeşile olmamalı katran karası.

Ayağında 42 numara rugan ayakkabısı.

Şeriat zahire hükmeder.

Ama ne olacak içindeki belası.

Adamın hali içler acısı.

Bir saati var sanırsın zamanın bakıcısı.

Kendi halinde olmalı iç dünyası.

Bir de kolalı gömlek yakası.

Gözleri bir cenaze sonrası, yerde kalmış ekmek kırıntısı.

Emin olmalıydı insan, sonuçta onun yası.

Çaldı çırptı, çocuğuna bıraktı mirası.

Anası, danası yedi lokmayı

Şimdi çıkar çıkarabilirsen kursağından haramı.

Ne hamam paklar seni ne bir başkası

Aklı kira, zamanında var yarası

Ne ası, ne aşağısı

Gözü yükseklerde, ruhu gördü batağı

Ayrıldı birbirinden öksüz kaldı şerefi, hayası

İşte buydu onun arkası

Yanıldı, yandı, daha çok yanar ayağı

Kazak abdal söyledi hasını

“Ölüsüne bir tas suyu dökenin de avradını”

Yol-Mekan-Zaman Mekanizması

IMG_0221.JPG2 Eylül

Bugün 27. Gün dilsiz bir deniz kıyısında

Kalabalıklar içinde bir konuşma etkinliği sürüyor. Gidilmemiş yerlere giden insanlar arasında bir çok tatsız çatışma. Yazılmamış kelimelerin kırgınlığı var dünya üzerinde. Kelimelerin özgün birleşimi, bir sahip arıyor. Yıldızlar arasından kendilerine oksijensiz bir dünya seçiyor. Şüpheye yer veremediği inançları yüzünden olsa gerek kalbi sorgulanıyor. “O” denen her şeyin organizasyonunda bir boş vermişlik hali. Hazır olmayan birikimleri yere sermede başarısız bir meczup hali üzerindeki. Sessiz ol! Gürültüyü gücendir. Dünün içinde olduğu her zamanı yeniden yerinden oynat. Bakalım başındaki sezgileri ne kadar algılayabileceksin. Zamanla ilgili saatlerden başka yetkili olmaması dengesiz bir tezat. Ya buna kudreti olan birisi herkes uyurken saatleri yıllar öncesine almış da bundan dolayı yaşlanmışsak? Bir yergi halinde etrafta kolluk kuvvetleri, zincirleme isim tamlamaları. Yaz ne kadar hızlı geçti değil mi?

Bunların hepsi teferruat derinimde.

Galiba ıssız ovaları geçerken, bilmem kaç tekerlek üzerinde belli bir hızla zamanda süzülürken aklımda yarına dair umutlarımın doğum şarkısı çalıyor. Bir deli bütün gün bunun için çalışıyor.

Hiç kimse bilmiyor. Ben biliyorum.

Her anımda, seni özlüyorum. Göremesem de, sesinin tonundan dahi, umulmadık anlarda, seni hissedebiliyorum.

Umutla, umarım…

Hanede İşgal Durumu

IMG_4647Bugün üçüncü gün. Bir takım yıldızı beliriyor gözlerimin önünde. Önceden gördüklerimin hazin bir hatırası olarak sadece bunlar beliriyor zifiri karanlıkta. Daha önce hiç bu kadar endişelenmemiştim göremeyeceğim için. Oysa basit bir toz zerresi sanıyordum gözlerimde misafir ettiğim zerreleri. Meğer onlar bir işgalci edasında misafir oldukları haneyi ele geçirmek için planlar yapmışlar. Perdeleri kapatmalarını buna bağlıyorum. Zannediyorum ki iyi huylu değil beynimdeki bu sefilliğinden habersiz ur. Belki de kendine yüklediği sıfat; Uğur. Yenemeyeceğimi düşünmüyordum son günah çıkarmama kadar bu şaşkın günahımı. Ama rahiplerdeki umutsuz gülümseme varlığımı aşıp büyük bir savaşma ruhuyla da doldurmuyor yorgun bedenimi. Yıkıcı. Bugün gözlerim seni göremeyecek. Belki bir sonraki görüşmemiz aylar sonra değil. Bir kaç saat sonra yanıma gelip her şeyin iyi olduğunu söyleyeceksin. Varlığını hissetmem için tenine ihtiyaç duymuyordum oysa. Şimdi o güzel fotoğraflarına bakamayacağım. Güzel yüzünü unutmamak için hayallerime saklanacağım ne acı. Belki bununla başa çıkamayacağım. Son kez gördüğümü anlamış olsaydım doya doya bakardım yüzüne diye düşünüyorum. Gerçi yakınmayı, pişman olmayı, kaderimi sorgulamayı sevmem ama. Ama, ama, ama…

Düzen takıntımı bırakmam için yardımcı olacak iyi tarafı. Göremediğim şeylerin düzensiz olduğunu hissedemem sonuçta. Başka iyi tarafları da olacaktır eminim. “Her şerde bir hayır vardır.”derdi babaannem. Onun ölümünden beri hiç bu kadar onu özlemle anamamıştım. Belki de onu sevmeyi bile bilmiyordum. Artık bazı konularda ne demek istediğini anlayabiliyorum galiba.

Hayvan sahiplenmek istiyordum. Uzun zamandır bununla ilgili araştırma yapıyordum. Bir kaç yerde kılavuz köpeklere rastlamıştım sahiplenmeyi bekleyen. O zamanlar hiç ihtimal vermediğim bu olgu, şimdi gırtlağıma çökmüş durumda. Sadece gözlerimi kaybetmem değil olay. Ölebilirim de. Bu da çok uzak geliyordu bir zamanlar. Ölüm denen insanüstü yoklukla tanışmam çok küçükken olmuştu, Annem. Belki de bundan dolayı çok sahiplenmiştim o yokluğu. Ama başına gelince insan daha garip hissediyormuş. Bir arkadaşımı da lisede kaybetmiştim. Benimkine benzerdi yolculuğu. Umarım demem gerekiyor galiba, umarım yolculuğumuzun sonu aynı yere gitmez demem gerekiyor. Galiba umarım demek istemiyorum. Onları özledim. Ama yanlarına gidip onlara anlatabileceğim kadar fazla ilim, irfana sahip miyim, gerçekten bilemiyorum. Hem yeniden dirilmemiz ne zaman olacak ki? Daha o zamanın bilgisine bile ulaşamadık. İyi şeyler düşünüyordum hayat için. Belki de hayatın yoruculuğundan bıktım. İyimserliğin kara mutluluğu düştü gözlerime. Göremiyorum. Yıldızlar biriktiriyorum gözlerimdeki perdelerde. Her birinden bir istekte bulunuyorum. Seni unutmak istemiyorum. Ölmek istemiyorum. Ölürsem de sakın ağlama, gözlerim, gözlerindir. Bir damla yaş, bilmem kaç dakika daha yaşlandırır seni. Ağlama, istemiyorum.

Acil Çıkış Kapısı

IMG_6983.PNGBir gece vaktiydi oturdum koltuğuma, konuştuk biraz yalnızlığımla. Uzun uzun konuştuk, aslında konunun da sonu bir yerlere varmadı. Boş konuştuk anlayacağın. Sahi anlayacak mısın? Sonra sustuk aniden. Sanki önceden anlaşmış gibi. Uyumlu bir şekilde sonlandırdık muhabbeti. Kalktı ayağa bir kahve yapayım mı dedi? Hayır dedim yüksek perdeden. Yavaş lan dedi, duyuyoruz herhalde ne bağırıyosun? Biraz ürktüm, kusura bakma dedim. Neden istemediğimi sordu. Onun yaptığı kahvenin acı olduğunu söyledim. Hemen yüzü düştü halıya, halı sarardı, gözlerimde iki damla yaş çoğaldı. En sevdiğim halıydı. Ama dert değil, yalnızlığımın yüzüne iyi bakacağım. Zaten ne zaman bir suç işlesem kafam öne eğilir, mecburen halıya bakarım. En azından tanıdık bir çehreye bakarım. Kapı çaldı bir ara açmadım. Komşudur diye düşündüm, neden açmadığımı düşündüm. Düşündükçe düştüm. Beni yerden ayakkabılarım kaldırdı. Onlara borçluyum. Saçma sapan hislerle uyandığım her sabahtan, bu evden, bu diyardan beni uzaklaştıran onlar. Ayakkabılara borçluyum, bazen bazılarını uzun süre giyemediğim için de suçluyum. Ya da suçlu hissediyorum. Bu da bir şey. Hissedebilmek güzel ve sen, benimle yersiz bir yumuşak g.

“Hervsey”de

Bilinmezlik Sokağı, No:17

IMG_8517.JPGMuhitini bilsem orada yazmak isterdim, kelimelerim sana yakın olursa ben de yakın sayılırım. Seni dünü bekler gibi beklerdim. Anlaşılmaz konuşmuyorum, sen anlamıyorsun. Ama sorun değil. Kedi beslediğini duydum. Bu senin iyi bir insan olduğun konusundaki şüphelerimi yenmemde çok yardımcı oldu. Kaç kere düşündüm adına şiirler yazmayı, ama caydırıldım. Şiir sana göre değil anladığım kadarıyla. Bir bilgeye denk geldim bir uçakta, uçak fobisi vardı. Yüzüme bakıp, “Yanlış anlaşılmaktan korkma!” dedi. Bu tavsiyeyi başkalarından da aldığımı söyledim, burun kıvırıp “Bilgelik ayağa düşmüş!” dedi. Haklıydı.

Senin hakkında senden başkasının tavsiyesine ihtiyacım yok sanırım. Bir ara yanına geleceğim. Bir kahveyi çok görme bana. Sonra kalkıp yürürüz belki. Yürümek en büyük eylemdir, bir şey uğruna yürümediğin zamanlarda, bilirsin. Belki biz de büyük bir eylem hazırlığındayızdır, kim bilir…

Gayriresmi Makama Arzuhal

IMG_1181.JPGBir insanın hayatının dışında, uzak olmak. Ya da öyle hissetmek. Hislerin oluşmasında insanların payı var mıdır ya da bir his veya fikrin oluşmasında önceki hissedilen veya oluşan fikirlerin etkisi ne denlidir diye düşünmeden edemiyorum. Zaman zaman damarındaki kan kadar yakın hissettiğin insanın yabancı olduğunu düşünmene verdiği fırsat ne kadar yaralayıcı. Bir mermi gibi beynini darmadağın eden bu hissiyat ne kadar da acı verici görünüyor. Duygu dediğimiz hayal mahsulü, hormonal dengelere bağlı zalim oyunlar bizi nasıl bu kadar ele geçirebiliyor acaba? Sorulmamış bir sürü soru geliyor aklıma ama cevaplarını üretebilecek gücü kendimde bulabilecek miyim, bilemiyorum. Bu yüzden bazen basit bir yaşama olan arzum alevleniyor. Tüm bu etkisiz gibi görünen küçük etkenler insanın içindeki isteksizlik korlarına düşmüş bir kıvılcım gibi davranıyorlar. Hayatın ilginçliği burada, bir saniyesine bile hükmedemediğin zamanı, milyonlarca düşünce üzerinden kendine en yakın olanı bulabilme isteği üzerine harcamak ne kadar da samanlıkta iğne aramaya benziyor. Her ne kadar boş düşüncelerle kavrulduğunu düşünse de insan bazen böyle şeyler düşünmek mecburiyetinde bırakılıyor olabilir. Öğretilerle yaşanan hayatta hangi duygu saf, hangi fikir doğal ve orijinal olabilir ki? Acı tarifleri, yemek kitapları, bir takım devinim halleri. Hepsinin temeli ilk insanlığa kadar dayandırılabilir. Ama bir dayanak arıyorsak kelimelerim yalnızca sizin varlığınıza dayansınlar isterim. Çünkü bir sonbahar günü ulu çınardan düşen son yaprağın da tutunma arzusu dindiğinde topraktan yaratılan bedenimde bir misafirlik başlayacaktır. Başlayan bu misafirliği bir karınca sona erdirebilir, türlü bakteriler misafirliği sonsuzluğa eriştirebilir. Dünya ihtimaller denizi; hayat, hayata karışabilenlerin yeri. Birbirimize karışabilmek, dertlerimizin kavuşma arzusunun insanlığa yemini. Sadece bir kaç şey söylenebilir, hepsinin başında bir kelime olabilir. “Umarım”…

Palyaço

Kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde?

Kaç kilo çekerdi yalnızlık?

Kaç kere ezildim altında yaz yağmurlarının?

Belki de palyaçolar ağlardı pazartesi sabahları

Her sirk geldiğinde ağlamaklı olurduk gülünecek halimize

Kim sevmezdi çiçekleri falan?

Ben sevmezdim dedim, yalan dedi

Bunu palyaço söyledi,

Palyaço söyledi, ben yazdım.

Yazdım, yazmasam ağlayacaktım.

Herkes ağlarmış biraz, ben de ağladım

Sırf bu yüzden mi ağladım?

Alçaklık gibi bir şey oldu bu biraz

Biraz birazdım her şeyden

Dün biraz sinirlenmiştim mesela

Yarın bir kadını seveceğim biraz

Biraz biraz kör oldum bugünlerde

Ama rakı kadehlerini boşaltmayın

Eksilmesin hiçbir şey

Hiçbir şeyden dahi olsa kalsın biraz

Umursamıyorum yılgınlığımı falan

Çünkü sessizce yaşanmalı her şey

Bir devrim sessizce olmalı mesela

Ve her sözüne inanmalı bir palyaçonun

Bir palyaço neden yalan söylesin ki?

Ben palyaço olsaydım söylemezdim

Marangoz olsaydım da söylemezdim

Ben insan olsaydım, yalan söylemezdim!

Hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığını

Kaç kilo çeker ki bir palyaço

Hem neden yüzüme vuruyorsunuz

Bir çirkin ördek yavrusu olduğumu

Gocunmam ki ben, ben gocunmam

Bir palyaço ne kadar gocunmazsa

O kadar, o kadar gocunmam işte

Rakı doldurun, eksilmesin

Bitmedi yazacağım daha

Yazmazsam ağlayacağım çünkü

Alçakça olacak biraz

Hem biz o zaman kimdik ki?

Nerelere giderdik?

Her sokakta biraz daha eksilirdik, bilirdim

Geceleri puslu puslu olurdu bazen

Bazen birisi fısıldarmış gibi olurdu

Duyamadım derdim, tekrar et!

Sessizliğe bürünürdü o vakit her şey

Sokaklar daha bir puslu

Palyaçolar daha bir ağlamaklı olurdu

Ve ben daha bir alçak olurdum, ağlardım biraz

Hem sen kimsin? Çekiştirme diyorum

Hatta kuyruğuma basma diyorum

Acıyor, tırmalarım diyorum

Kahrol, kahrol! diyorum

Geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda

Korktum birden, kusacak gibi oldum

Olur öyle dedi palyaço

Herkes alçaktır biraz

Otur ulan! dedim, bağırdım ona

Ben bazen bağırırım biraz

Rakı doldur! dedim, eksilmesin

Ben bazen eksilirim biraz

Aslında hepimiz eksilirmişiz biraz

Bunu sonradan öğrendim

Ben aslında her şeyi sonradan öğrendim

Herkes herkesi sonradan öğrenirmiş

Bunu da sonradan öğrendim

Örneğin; geçen gün bir kadınla seviştim

Biraz değil, çok seviştim

Yaa, işte öyle palyaço, diyorum ki;

Bunu da yeni öğrendim

Sevişmek de eksilmekmiş biraz

Kim sevmezdi ki kuş ötüşlerini falan

Ben sevmezdim dedim, yalan dedi

Bunu palyaço söyledi

Palyaço söyledi ben yazdım

Yazmasam, alçak olacaktım

Hem ben roman da yazdım biraz

Bazen diyorum ki, palyaço,

Sen olmasan ben ne yaparım

Alçakça eksilirim belki biraz

Her yağmur yağışında yerin dibine girerim

Hiçbir kadının kasıklarını öpemem belki

Ya da unuturum sonradan öğrendiklerimi

Biraz biraz anlıyorum ki,

Yüzler, eller, o terli vücutlar falan

Her şey plastikmiş biraz

Haydi sirtaki yapalım palyaço

Rakı doldur, yine eksildik biraz.

-Anonim-

Osman Sonant’tan dinlemek için;

“Palyaço”

Rahatsız Kelimeler-Aslında

DbdbsbJxh.jpgAslında diyerek bir yazıya başlanmaz aslında. Çünkü aslında dediğimiz zaman konu hakkında bazı şeyleri zaten biliyor olmanız gerekir. Bu yüzden bir kaç cümle ile mevzuyu özetleyip aslında diyerek başlayacağım yazmaya.

Benim davam ilk aldığım nefesle başladı dünyada. Son nefesimi verene kadar da devam edecek davam olarak kalmaya. Benim davam, benim kavgam insanoğluyla. İnsan dediğimiz mahlukun her türlü nankörlüğünü görecek gücüm, sırtıma yüklediği sorumlulukları taşıyacak takatim kalmadı. Benim gibi yorulmuş bir kaç düşündaşımla beraber yine bir gece oturacağız, yine başlayacağız konuşmaya ve yazmaya.

Aslında diyerek başladığımız her mevzunun sorusu da çözümü de aslında. Dünyadaki her şey senin aslında. Kerem isen aşkın da Aslı’nda vuslatın da Aslı’nda. Değilsen yarin de aslında kahrın da aslında…

Aslolan fark etmez razıysan aşka.

Karşılaştırma Yöntemi

IMG_4642.JPGİnsan gördüklerini kendi kendine açıklığa kavuşturduğu zaman, gördüğü maddeler veya olaylar arasında bir bağlantının olup olmadığı arayışına başlamaktadır. Bu ikincil ve daha karmaşık olan süreç, yine insanın hafızasında biriktirilmiş olmanın sonucunda, bilinçte kalan bağlantılarla stereotipler arasındaki karşılaştırmalar aracılığıyla oluşmaktadır. Stereotiplerle karşılaştırma yöntemi, cereyan eden olayların anlamını çözmek ve gerçekleri ortaya çıkarmak açısından son derece ekonomik bir yöntemdir. İşte bu iki süreç esnasında, izlenen olaylardan artık stereotip hafıza tarafından bilinen nitelikli bir farklılığın açığa çıkarılmasıyla, başka bir üçüncü sürecin doğuşu gerçekleştirilmektedir. Böylece insan bilincinde, görülenlerin sabitleştirilmesi ve anlaşılmasının yanı sıra, bir de bilinen ve görülen bağlantıların denetim amacıyla karşılaştırılması esnasına göre değerlendirme ve sonuçlar çıkarmaktadır.

Zaten kurgunun temel mahiyeti de bundan ibarettir. Karşılaştırma ve bunun sonucunda, olaylar arasındaki bağlantıları anlamanın daha nitelikli başka bir düzeyin ortaya çıkmasıdır. Bu anlatılanların ışığında varılması mümkün olan yargıya göre, karşılaştırma ilkesi yalnızca sinematografiye veya benzeri sanatlara ait değildir; aynı zamanda, insanın bilincinin çalışma mekanizmalarının da temel ilkesidir. İnsanın algılama organlarının önünde bir sanat yapıtının veya doğanın bulunması bu sonucu değiştirmez.

İnsan beyninin çalışma mekanizmalarının analizi, daha doğrusunu söylemek gerekirse, bu mekanizmaların daha basitleştirilmiş modeli, üzerinde ayrıca durulmasını ve derin araştırmalar yapılmasını gerektiren bir konudur. Fakat biz şimdilik , bilincin faaliyetlerine kendi izlenimlerini yükleyen algılamanın ilk süreçlerine döneceğiz.

Doğa ve doğanın evrimleşmesi, dünyanın durumuyla ilgili, devamlı faaliyet halinde olan enformasyon edinme gereksinimini insanın içine yerleştirmiştir. Bu gereksinim insanın doğasının derinliklerinden, kendini koruma içgüdüsünden kaynaklanmaktadır. İnsanlar her saniye, kendilerine yönelik bir tehlikenin olup olmadığını kontrol etmek amacıyla, onları çevreleyen dünyayı kesintisiz bir şekilde takip etmektedirler.

Böylece insan psikolojisinin iki temel özelliğini açıklığa kavuşturmuş bulunuyoruz. Bunlardan birincisi, bütün gördüklerimiz arasındaki bağlantıları ortaya çıkarmak ve ne türden olduklarını saptamak için, sürekli manik bir arayış, ikincisiyse, enformasyon edinmede kronik açlık duygusudur. İnsanlar çok ayrıntılı ve olayları anlamaya yetecek boyutlarda enformasyon edinmeleri halinde, ancak belirli ölçüde rahatlık hissedebilirler. Biz insanlar, genellikle davranışlarımızın bu özelliklerini, algılama ve bilinç mekanizmalarımızın bu faaliyetlerini kontrol edebilecek durumda değiliz.

Sinema ve Televizyonda Görüntü Kurgusu

Aleksey G. Sokolov

14/15

Kara Tahta Yazıları-1

IMG_3246.JPG

Ben artık yeter dediğimiz yerde durmak istiyorum. Bunu bencil bir istek olarak algılama. Ben bitti dediğimiz zaman bitmek istiyorum. İsteklerimizin başladığı yere oturuyorum. Her şeyin başladığı yerde yeniden başlamak istiyorum. Bugün bir banka oturdum. Kaldırdı kafasını neredeyim diye sordu, cevap veremedim. Mahcup hissettim biraz sanki onu oraya ben koymuşum gibi. Beni bilirsin mahcupluğa dayanamam. Tersledim, sus dedim yeter! Ben o sustuğumuz yerde konuşmayı öğrenmek için çırpınan bir çocuk gibi bekliyorum. Susmamız gereken yerde susmadık, beni aldattın. Ben artık susmamız gereken yeri de bilmek istiyorum. Bunları bencil istekler olarak algıla. Artık beni anlamanı istiyorum. Ben artık yoruluyorum. Çocuklar gibi oradan oraya koşturamıyorum. Ayaklarım acıyor artık, peşinden gelemiyorum. Sana yetişemiyorum. Ne olur beni anla, seni seviyorum. Hepsi bir rüya, sonunda ne olacak kestiremiyorum. Beni biraz gör, ben boğuluyorum. Kimse beni görmezken sen gör!

Hayatta iyi şeylerin de olabileceğine inanmak istiyorum.

Maruzat

IMG_0227.JPGGerçekten çok fazla insana maruz kalıyoruz bazen. Bu biraz üzüyor insan denen mahlukatı, yine de dünyevi dertlerden soyunma isteği hücüm ediyor üzerime. Beklenen kadar günahkar değilim. Ama melek olmadığım da aşikar. Şeytansı dertlerin üzerinde titizlikle çalışmaktayım. Yalınlık tuzağı, kan damarlarımda yankılarıyla buluşuyor. Her gün daha rezil rüyalar görüyorum. Her rüyamda birinin daha hakkına giriyorum. Bununla nasıl başa çıkabileceğimi düşünmekle geçiriyorum vaktimi. Zamanında zamanı gelene zamanla ilgili problemlerimi anlatmak gibi yanlışlıklara düşüyorum bazen. Beni derinden yaralayan düzen takıntıları, insanlara dokunamıyor bile. Yarım kalmış bütün işlerin yorgunluğuyla başa çıkmak zor diye düşünüyorum. Herhangi bir konuda eleştiriye açığım. Açıkçası açıklıkları ile gündeme gelen bir kaç cümle çaresizliği var üzerimde. Ne yapacağımı bilmiyorum. Ama nereden geldim? Nereye gidiyorum, ne zaman kime gidiyorum, tahmin edebiliyorum. Yolculuğun sonu istediğim yer olmayacak muhtemelen, o yüzden isteklerimi değiştirilebilecek düzeyde katılıkta tutuyorum. Beni etkileyen kelimeleri seç. Onları bulduğunda benimle beraber kelimelerimin yoksunluğuna ağlayabilme kudretine erişebileceksin. Gözyaşlarımızın tadı aynı. Bir tadımlık hayatım kaldı, onu da mahvetme, uzak durma, gel, bekliyorum.

Tasarımın ardındaki fikir ne kadar özgün olursa beğenilme şansı da o kadar fazla olur.

IMG_8465.JPGHerkesin beğenisini kazanmak uğruna özgünlükten taviz vermenin sonu çoğu zaman hüsranla biter. Oysa belirli bir gözlem, dokunaklı bir anlatım, ironik bir durum, nükteli bir düşünce, zekice kurulmuş bir bağlantı, politik bir görüş ya da kendine özgü bir inançtan hareketle tasarladığınız yaratıcı bir çalışma, başkalarının kendilerini diledikleri gibi özdeşleştirebileceği mekanlar kurgulamanıza yardımcı olabilir. Öyle bir merdiven tasarlayın ki, günü geldiğinde ürkek bir gelin oradan rahatça inebilsin. Pencereye öyle bir şekil verin ki, muhteşem bir sonbahar günü oradaki ağacın seyrine doyum olmasın. Öyle bir balkon yapın ki, dünyanın en gaddar diktatörü çıkıp tebaasını oradan azarlayabilsin. Öyle bir oturma alanı oluşturun ki huysuz yeniyetmeler ebeveynlerini ve öğretmenlerini rahatça çekiştirebilsin. Özgün bir Fikre dayanarak tasarlamak, insanların binalarınızı kullanma ve anlama biçimlerini sınırlandırmaz; bilakis onları binalarınıza kendi yorumlarını ve mizaçlarını katmaya teşvik eder.

Mimarlık Okulunda Öğrendiğim 101 Şey/17

Matthew Frederick

Yol ve Yol

Yine onlarca kilometre yol, yine binlerce metre kumaşlar arasına sarılmış, buruşturulmuş sesler. Herkes biriyle dalga geçiyor. Dağlar da denizlerle dalga geçiyor olmalılar. Bazı yerlerde paralel bazı yerlerde dik uzanmaları bundan olsa gerek. Her dağ denize ulaşmanın isteksiz kıvrımlarıyla yoğrulurken direniş ara sıra gözle görünür hale gelir.

Sessizliğin sineması yine bütün gücünü göstermeye çalışacaktır.

Elbette onların ne demek istediğini anlamıyorum. Ben sadece bana ne hissettiriliyorsa onun hakkında yanılmaya çalışıyorum. Belki de güç göstermenin değildir de gizlemenindir, kim bilir.

En sevdiğim komşum, Halil Amca. Dizilmiş bir kaç ayakkabı kapının önüne. Belli ki cenaze var. Gözyaşı var. Zemin çok ıslak. Altını göremiyorum.

Altından şelaleler akan asfaltlarda gözlerin esiri edildim. Delirdim. Kayboldum. Altından bir musluktan su içiyorum. Bana bağırıyorsun yolun karşısından. Ne dediğini bir türlü anlayamıyorum. Bana beni ağır hissettirecek cümlelerle konuşma. Ne kadar derinden cümlelerle konuşuyorsun. Sesin boğuluyor. Algılayamıyorum. Beni yargılama. Neden diye sorma. Cevap vermek anlaşılmak içindir. Anlaşılmak gibi bir niyetim yok. Beni anlamıyorsun.

Seni özlemiyorum değil. Sadece biraz zaman gerekiyor bana. Özlem devinim içinde olmadığında özünü yitirir, geriye bir kaç anlamsız harf kalır.

Beni bırakma demeyeceğim. En çok sen bırak. Bırak ki, aramanın aşkıyla harekete geçeyim. Durmak bana göre değil. Aramalıyım. Bulmalıyım. Yitirmeliyim.

Aramalı, yolda olmalıyım…

Sokağın Esi

1.jpgYeni yetme üç çocuk kaldırımın kenarında birbirlerine bağırıyor. Biri diğerine sen sus senden bi bok olmaz diyor. Üçüncü zaten susuyor. Aralarındaki problem ne bilmiyorum ama herkes çok gergin. Yanlarına yanaşıyorum hafiften kulak kabartıyorum. İki kelime ile beni başlarından atıyorlar. Kelimeler pek önemli değil. kaldırımın karşısına geçiyorum. Yükseklerden bir ses. Beni kurtarın! Bir kaç kişi kadına bakıyor. Sonra bakışlar kadınla beraber yere iniyor. Yukarıda bir katil var, yüzü sandalyeye  benziyor. Katil aşağı iniyor, aşağısı yetmiyor. Yerin dibine girmeli ama yer kabul eder mi? Bilinmiyor.

Yedi papatya birbirlerine bakıyor. Bir rüzgar esiyor. Papatyaların yapraklarından bir kaçı rüzgara karışıyor. Rüzgar kuvvetli, rüzgar sancılı, rüzgar şehvetli.

Yalınayak gezen bir de meczup var kafatasında beyni gözüküyor. Ben bu saçları değirmende ağartmadım diye bağırıyor. Elindeki kalemle dükkan camlarına hikayeler yazıyor. Hikayelerin başlıkları bizi kurtarın diyor. Başlıklarla beraber camlar yere iniyor. İndikleri yerler biraz bize benziyor. Sen diyorum. Sen ve ben. Biz…

Biz aslında yeryüzü kadar var gökyüzü kadar yokuz.

Hervsey’de

İnsan Müsveddesi

DSC07907.JPGVarlığını diğer insanların varlığına borçlu olanlara ne demeli? Nasılsın mı? Sormanıza gerek yok. İyiler. Düşünmekten aciz varlıklar, mutlular. Ne zaman bu hale geldik? Fikirlerimiz yaşıtlarımızın beğenisi ile değer görmeye başladığından beri mi? Ya da daha kötüsü görüntümüzün güzelliği takdire şayan olma zorunluluğunu ilke haline getirdiğimizden beri mi? Öyleyse çok fazla zaman olmadı. Biz bu milenyumun otuz beş santimetre küplük hacme sığdırdığı mahkumlar olarak yaşıyoruz. Düşsel mutluluğumuz görsel hazza yerini bırakırken, bayrak elimizden düşüyor, eğilip almaya tenezzül etmiyoruz. Bayrak düştüğü için de önümüze gelene küfür, kıyamet. Ne ilginç varlıklar, şu var olduğunu kanıtlamaya çalışanlar. Hayatta iyilik yapmaya çalışan insanların bile hastalığı, marka olmaya çalışmak. Oysa bir elin verdiğini diğeri? Her neyse ne kadar zavallı bir durum bu. Ne zaman mutlu bir anı yakalamaya çalışsak, aslında onları küçük bir ekrana hapsedip, oradan izliyoruz. Kötü bir şeyi oradan görüp kınayıp, küfürler ediyoruz.  Ne acı doğal gözler yerine yapay olan bilmem kaç megapiksellik adi gözleri kullanmaya başlamış olmamız. Ne acı hislerimizi gerçekten önemseyen insanlar yerine hayatımıza ucundan kıyısından temas etmiş üç beş yüz kişi ile paylaşıp buradan benliğimizin eşsiz notalarını görüş odalarındaki diğer mahkumlara dinletmeye çalışmamız. İki kişi az üç kişi fazla. Verilen değer sayısal rakamlara dökülmüşse burada düşünmemiz gereken bazı şeyler var. Soyut olan her şeyi somutlaştırıyoruz. Sonra ortaya çıkıp “Sanat soyut olmalı” diyor, soyutlaştırma çabası ile debelenip duruyoruz. Aslında sanat görebildiğimiz ama önemini kavrayamadığımız şeylerin bazı insanlar tarafından o şeylerin önemini kendi istediği yerde istediği zamanda ve istediği şekilde talep eden insanlara gösterme eyleminin başarısından başka bir şey de değil. Yani başarı öyküsünde başarı değil öykü olan, öykünün başarılı olması.

Densiz insanoğlu, karşısında olmayana ne de güzel hakaret edip aşağılayabiliyor. Karşısında olsa utanır ama bu da iyi bir şey. Henüz insanlığımıza erişememişler demektir. Sadece içimizdeki şeytanı belli bir süre kodes konserlerine çıkartıyoruz şimdilik. Ağzımıza geleni söyleyip insanları kırıyoruz. Oysa ne kadar lazımsa o kadar zarif olmalı insan. Duygu sömürüsü yapanlar suçsuz mu? Hayır. Ama kusurlunun bile örtmemizi beklediği bir kusuru varken, insanlardan soyutlanıp dağ başlarında fotoğraflar çekip küçük hapishanemizde sergi haline getirmemiz ne kadar insani? Zavallı ben. Ne kadar geç kalmışım dünyaya gelmek için. Yaşım yirmilerde, zihnim atalarımla eşsiz bir yerde, zeybekte.

Ra’nın Renk Körlüğü

ranınkörü.jpgKayıklar gördüm gökyüzünde geçen günlerde. Bazıları akşama doğru gidiyor. Bazıları gidecekleri yeri henüz bilmiyor. Gökyüzünde yüzmenin bir kaç olumsuz yönü var tabi kayıklar için. Çünkü gökyüzü de iki yüzlü. Akşamları ben miyim kararan? Kara bahtıma oturup ağlayan? Sabahları kalkıp kuşları sıcacık ağırlayan?

Kayıklardan bir kaç kıyafet düşüyor gökyüzüne. Düştükçe kıyafetlerin rengi sararıyor. Yazık oluyor kıyafetlerin rengine. Düştükçe kalkamıyorlar sinekler gibi. Sinekler kendilerini iyi hissetmeli. Bir sineğin avucunu olmadık yerde kaşıması normal. Benim geceleri senin avucunda uyumak istemem mi normal değil. Komik olma! Zaten beceremiyorsun da. Beceremediğin şeyleri yapma demiyorum. Yap ama bana ara ara uğra. Senin için yazacağım bu ara.

Hervsey’de

Gösteri Başlasın

IMG_9571.JPGYaşadığı ve zevk aldığı şeyler olmalıydı. Neden farklı olduğunu hissediyordu ki? Öyle olduğunu düşünse bile bunu bize söylemesi ne kadar anlamlı? Bizden farklıysa onu zaten anlayamayız. Bize kendini anlatmaya çalışan insan bizden farklı değildir. Anlaşılmaya ihtiyacı vardır çünkü. Yani yalnızdır. Yalnızlık bir yokluk hali değil yanlış anlaşılmasın. Yalnızlık bir his. Etrafında binlerce insan dahi olsa oturup ben ne yapıyorum diye bir dakika düşünebiliyorsan sen de yalnızsın. Zaten ölüm de yalnızdır. İnsan ölüme benzemeli biraz. Sade, ürkütücü, kurtarıcı, rahat ve rahatsız. Ne olduğu bilinmemeli insanın. Yani bizden farklı değilsin. Ama olmaya çalışıyorsun. Bütün devrimler sözcüklerle başlar. Önce farklı olduğunu söyleyeceksin. Sonra bunu kanıtlamaya çalışacaksın. Yalnız kaldığında da aynı mısın? Etrafına bak. Bir kitap görüyorsun, ona dönüşmeye çalışıyorsun. Kabul et çok kolay etkileniyorsun.

O kadar fazla sözcük var ki, bazen ellerimden değil gözlerimden dökülüyor cümleler. Biraz tuzludur yemeğimiz, gözlerinin kararması ondan, yüzünü yık açılırsın.

Göz Yorgunu

IMG_2557.JPGYankıları yakalamaya çalışıyorum. Bazı insanlar deli olduğumu düşünmeye başladı bile. Onları aksine inandırmaya çalışmak gibi bir gaflete düşmeyeceğim. Düzensiz sevişmelerin sonucu dudak yaraları ve ruhsal çöküntü. Denge ile ilgili büyük problemlerim oluştu zamanla. Şarkılarım seni söylemiyor artık. Rastgele vücutlarda izlerini arıyorum. Seni bulamayacağımı biliyorum. Ama problem değil, ben zaten hayatımdaki birçok şeyi üzerimdeki sorumluluğu atmak için yapıyorum. Biraz vefasızlaştım anılara ve arkadaşlarıma karşı. Dert değil, beni seven böyle sevsin diyorum. Yanımdakilere mi bakıyorsun? Onları göremezsin, sen de biliyorsun…

Derin Uyku Örgütlerine Çağrı

FUZD4708.jpegCümlenin ortasında yalnız kalmış bir harf gibi uyandım. uyandığım yer neresiydi, bilemedim. Evimmiş gibi hissettim. Hissetmenin güzel bir şey olduğunu o anda fark edememiştim. Öyle yavan bir histi. Bazen de kötü bir şey olabilir. Yerine göre değişir. Peki bu neyi değiştirir? Benim sana karşı var olma iddiasında direten hislerimi mi? Belki. Belki de kiraz ağacından düşen bir çocuğun düşlerini. Düşen bir çocuk ne düşünür ki? Ölümün ne olduğunu bile bilmiyor. Ne güzel. Belki de son kez uzandığında daldan alamadığı kirazı. Belki. Ölümün var olduğunu biliyorsun. Mutlu musun? Belki, yıllardır bu soruyu soruyorum. Soru aynı, insanlar ve cevapları farklı. Gerçi cevabı evet veya hayır olması gereken bir sorunun kaç farklı cevabı olabilir ki? Belki de milyonlarca, hayal gücüne bırakıyorum. Anlık düşüncelerimden yoruluyorum. İlgiyle yoğruluyorum. Yanlış anlaşılmak konusunda ilginç anlara şahit oldum. Bir uyku gibi hissizim, derinleşiyorum. Sonrası mahut hikaye, bir kalp krizi semti ziyarete gelir, bir ambulans sireni sessizliği gücendirir. Gece saatlerinde ağaçlara tırmanan insanlardan olma. Gecenin tam ortasına uzan, parmaklarını eğlenceye aç bir çingene gibi şıklat, sokak lambalarını yak, bu nevruzun ateşi, can yak, yalın ayak korlarda gez, kırları kıskandır. Yanlış olan bir ton şey yap, yanlışın yanılmaktan türemediğini topluma ispat et. Eğil, kulağına bir şey söyleyeceğim.

Direnç Tokluğu

İnsan fikirden ibaret cansız bir varlıktır. İzinin ne kadar kaldığı ardında bıraktığın çizgilerinle değil, düşüncelerinle ölçülecektir. İnsanın iddiası varlığını ideası yokluğunu kanıtlamaya çalışır. Sen de insansın. Zamanın kırbacını yüzünde şaklatacağına inanmalısın. Dizginlenemeyen düşüncelerinin devrimi daimdir. Endişelenme, fikri eziyetimi henüz sunmadım. Bu sunum yüzyılın ilk kez gördüğü katran yağmuruyla bir gece vakti gerçekleşecektir. Hazırlıklı ol. Şemsiyen bir dağ kadar ağırlaşacaktır. Bu henüz şeytanın ilk başkaldırısı, ilk ötelenişi. Bugün en çok nereden aldıysan o binlerce volt elektrik yüklü yıldırımları gardını oraya kadar yükselt. Yine oradan alacaksın diğerlerinden daha güçlü ve yıkım dolu darbeleri. Yorgunluğun işine yarayacaktır deniz olmaya çalışan bendenizin. Bir ışık parlayacak, bir kahkaha patlayacak. Kinim etrafta kol gezecek. Ekinlerin ayaklar altında, böcekler gibi ezilecek. Ayakların buz kesecek. İtinayla dizdiğin o taşların yıkılması için bir rüzgar yetecek. Pencereden uzak dur! Şimdiye kadar ne düşündüysen ufacık bir yel, yerle bir edecek. Serseri gezegenler, zamane saatçileri, fizik yoksunu yosmalar, yazılmamış kitaplar. Yokluğunun yanıltıcı varsayımlarına inanma. Bilginliğine dizginlerini bırakmışsın, yanlışsın, er geç anlayacaksın. Bir dene, belki sen de yazarsın. Varlığın şiiri peşindesin, kötülüğün fikrinde, zikrinden bileceksin. Sen dünyadaki en koyu tene bir dövme olarak yazılacaksın. En fazla ne olduğunu zannediyorsan ondan fazla yanılacaksın. Yarın olmaya çalışma. Yalınsın. Sen o hep karşı kaldırımda bekleyecek olan, gün yüzlü ve mahcup kadınsın. Umarım bu devrik dünyadan, bu izbe rüyadan bir gün sen de uyanırsın.

Denge Aksı

Hiç! Hiç denge. Bir deniz dolusu imge. Sessiz sedasız gitmek hakkında bir dakika bile düşünme. Belki usulca kalkacaksın yattığın yerden. Ayakların kapıya yöneltecek yorgun bedenini. Zamanla ilgili anlatacaklarım var sana, sus ve sadece beni dinle. Dinlemiyorsun. Gidiyor gibi görünüyorsun. Gitme! Gitme demem işe yarayacaksa söylüyorum işte, gitme. Belki yalan söyleyeceğim sana belki aldatacağım seni. On dakika daha kalman için bütün günahlara gireceğim belki. Hiçbir vicdana sığmayacak terk edişler içindesin. Hiçbir serzenişe sığamıyorum, sana sığınıyorum, gitme!

Ra’nın Körlüğü

ranınkörü.jpgKayıklar gördüm gökyüzünde geçen günlerde. Bazıları akşama doğru gidiyor. Bazıları gidecekleri yeri henüz bilmiyor. Gökyüzünde yüzmenin bi kaç olumsuz yönü var tabi kayıklar için. Çünkü gökyüzü de iki yüzlü. Akşamları ben miyim kararan? Kara bahtıma oturup ağlayan? Sabahları kalkıp kuşları sıcacık ağırlayan?

Kayıklardan bir kaç kıyafet düşüyor gökyüzüne. Düştükçe kıyafetlerin rengi sararıyor. Yazık oluyor kıyafetlerin rengine. Düştükçe kalkamıyorlar sinekler gibi. Sinekler kendilerini iyi hissetmeli. Bir sineğin avcunu olmadık yerde kaşıması normal. Benim geceleri senin avcunda uyumak istemem mi normal değil. Komik olma! Zaten beceremiyorsun da. Beceremediğin şeyleri yapma demiyorum. Yap ama bana ara ara uğra. Senin için yazacağım bu ara.

hervsey’de

Adres Kırışıklığı

IMG_8530.JPG Bu bir intihar mektubu değildir. Belki de mektup bile değildir. Zaten mektupların amacını yanlış anladı insanlık. Mektuplar birine yazılmamalıydı. Öylesine yazılıp öylesine bir yere gönderilmeliydi. Tanıdık insanlara mektup göndermek ayıp sayılmalıydı, olmadı. En güzel mektup, sahipsiz, yersiz, yurtsuz, renksiz, kokusuzdur. Bir bildiri değildir. Ben intihara benzetiyorum biraz. Yanyana gelince belki bu yüzden kulağa hoş geliyorlar. Yalnızlığın sonu intihar mektubudur.

Daha öncesinde el ele bir mağazanın vitrini önünde çok sevdiği bir elbiseyi izlemek gerekiyordu. İlk adımı intiharın, ölüme en uzak olduğun zaman atılır. Duygularının değişebileceğine inanmalısın. İnanmak kaybolmakla kardeş sayılır geldiğim yerde. Kesin konuşmak cehaletin tavla arkadaşıdır. Önemsiz insanların en büyük merakı mahalleli ne der? Sahi nasılsın? İyiyim demek için sorulan sorulardan olduğumu düşünüyorum. Hep beklediğim cevapları alıyorum. Seni gördüğüm o yolun kenarı, bir yanlış anlayıştı, belki de hayatımdaki en büyüğü. Her bir parçan benden kaçar gibi. Dur artık! Yeter kaçtığın. Seni bulacağım ve bir sonraki intihar mektubunu senin için yazacağım…

Ağrı Aksı

Hiç! Hiç sessizlik! Yanlış yerdeyim, yanlış yazıldım yarına, bir ben vardı dün. Unuttum. İçimdeki gün geceye dönüştü, harabe bir evin köşesinde çöpe atılmış bir yatakta izliyorum gökyüzünü, karar veriyorum. Ben artık yazıldığım tüm ölümsüz eserlerden siliniyorum. Tutmayın elimden çünkü başka bir dünyaya alışmaya çalışıyorum. Dokunmayın, ben buradan çok uzakta, yaşamak ağrısını dindirecek bir ağrı kesici arıyorum.

Histeri Klibi

Yankı! Bu duyduğumu sen de duydun değil mi? İnkar etme! Ben deli değilim, bu bir devrim, nasıl duymazsın güneşin doğum sancılarını, arşa uzanan çığlıklarını. Duvarlara çarpıyor, çöp tenekelerini yalayıp, dikenli tellerin arasında buraya kadar geliyor. Yolculuğu çok kısa değil, bu yüzden gün ışığı nefesimden çalıyor. Göğsümde bir baskı var, sen de aynı şeyi hissetmiyor musun? Yalan söylüyorsun! Daralıyorum, gözlerim kararıyor. Işığın tam içinde karanlıktayım. Sana söylüyorum. Dinle beni, gözlerim kapalı, etraf kırmızı, rüyada gibiyim, sararıyorum. Yanıyorum. Ten rengim eriyor, beyazlara ihanet ediyorum, o aydınlığın isteklerini yerine getiremedim, şimdi kötü olanı, sana dönüşüyorum.

Korkulukla Satranç

Hayır. Dahası var. Biliyorum diye geçinen rahatsızlar. Duygusuz bencil nesil gerçek. Yedeni rezillik ağır akorlar. Altı karat pırlantalar, aylak karanlıklar. Kelimelerin tükenişi sivil darbe, dilin ne olduğundan habersiz, düet bir düşünceyle sahte. Kesintisiz dingin düşünce. Hayaletler her yerde benzersiz resimlerle. Yanıcı maddelerle bir sebze. Evin dışında bir yerde. Yenil yenilenebilir tüm düşüncelerine. Kel karga, ölü bebek bu evde. O kadar da sevinme. Yelelerini yerden topla, ağzını o kadar bozma. Ay gündüzden güzel değil, ay ışığı sahne. Bilirkişi teftişte bugünlerde. İyi saklan yaralardan, doğa elbet bir gün güler yüzüne. Sen hele bir sev de. Güleç fikirlerin kaderi toprak, yaz yağmurları, benzin, ayaklarda kırmızı oje.

Dünkü Dürtü

Dünya biraz rezillik ve kötü şiir. Ne de olsa deliliğin şairi, işini bilir. Yanlış yazdığın tüm kafiyelere haddini bildir. Alın teri helal, ezilenindir. Yediğini herkes bilir, yeri değilse kim söyleyebilir? “Şaka yaptım, espriydi” bazen hayatını geri verir. Delilik emanetindir, saklarız elbette. Ama bizden sahiplik bekleme. Eminiz, evin değil. Çıkışlar acil, koşar adım katil, küçük ünlü, böcek, zehir.

Yankı!

IMG_2667.JPG

Dünle ilgili sorunu olmak. Yarının yararını kavrayamadan yanılmak. Bugünde kaybolmak. Zamana zamanında çok alınmak. Kuytularda kuruntularla avunmak. Kendini bulmak için zorlamak, zorlanmak. Yorulmak. Işık kaybından pay çıkarmak. Sesi duymadan bağırmak, görmeden ölmek. Benzinin kuruşundan, silahtan, kurşundan, yaralanmak. Yazdığın kelimeden, çizdiğin çizgiden karalanmak. Siyahın en koyu tonundan parlamak. Yankı!

Hiçlik Giyen Adam

unnamed.jpg

Ayakkabımın bağcığı kangren oldu. Kestim. Düştüğü yerden ince bir duman çıktı. Hızını alamadı gara girdi. Girdiğinde içinden insanlar indi. Küçük insanlar.  Boyları böceklerden kısa insanlardan uzun. Boyları uzun taksicilerin de kısa mesafe müşterileriyle ilgili sorunları vardı. Uzunluk benim için seninle aramızda olan mesafeden fazlası değil. Ama eksiği olabilir. Eksiğimiz de esirliklerimiz olabilir. Esirlikler aksilikleri doğurabilir. Hay aksi! Varsayımları lügatımdan çıkarmak için bir toplu iğne ucu kadar su doldurmuştum bir bardağa. Onları orada boğacaktım. Ama suyu emdikçe genişlediler. O kadar genişlediler ki bir insanın boyunu aşıp bir sürahiyi ağzına kadar doldurdular. İnsanlar küçük ve sürahiler dolu. Sulu şakaları olan herkes karıncaları ürkütür. Karıncalar yüzme biliyorlar mı acaba. Bilseler de yüzmek için balıklar gibi sahillere inmezler heralde. Her neyse konu neydi. Evet, hiçlik giyen adamlar yarınımızı kurtardılar. Şimdide yaşıyoruz, faydasız, dokunamıyorlar.

hervsey’de…

Akla Kira, Kara Zamanla

KOUS8318.jpegSes. Işık. Denge. Hile. Aslında savunulan her şey biraz hile. Sallantıda şimdi vaktimi geçirdiğim bu kulübe. Akıl olmayan beyinlere hücum. Haydi aşk ile. Kes sesini diyen notaların her biri birer imge. Gitmesine sakın izin verme. Anne edasında kadınların hepsinin yolu aynı. İzci karıncalar, karanlıkta aydınlanan yollar, ateş böcekleri. Serzeniş şairlerinden sıkıldık. “Hadi lan ordan” diyerek küskünlükler etrafta yankı! Kes sesini. İzle. Dingin düşünceleri bölüyor bir intihar, sözgelimi… düzen karşıtı bir çizgi olmalı, sesini duy, benliğini. “Yalan!” diye haykırışların etrafında şekillendir kendini, bir gezgini. Nereden kaçmaya çalışırsan oradan başlarsın yaşamaya, yak düzeni, düzensizliğini. Ses çoğalır ve kesilir karşıdaki, ezeli rakibi. Dur! Bu düşünce eylemi neredeyse ve kiminleyse aynı, dünyevi. Kaçabilirsen, münzevi, kaçarken yak o evi!

Erken Taziye

IMG_0346.JPGKişilik, taş, gerilim, davranış… Söylediğiniz her şey aslında bir geri dönüşüme hizmet ediyor. Işığı görmezden gelemezsiniz. Boşuna uğraşlarınızın hepsi aslında bir kavrayış. Adil değil fikirleriniz. Ölüm; bu kadar basit değil derdiniz. Ölünce aslında ne kadar basit olduğunu anlarsınız. O kaçışlar, kaybolmaya çalışmalar, düzenli hissedilen önsezilerin yan etkileri altında kalıyor istekleriniz. Sizin o hiçbir kalıba sığmayan ılımlı tavırlarınız. Çileden çıkartan bir akıla geliş. Bir özenti sevginiz. Aslında o kadar kaba değilsiniz ve de anlayışsız. Siz sadece siz olmaya çalışmak konusunda biraz beceriksizsiniz. Dönmeye çalıştığınız her özden azade kişiliğiniz. Susuz kalmış edebiniz, sezginiz. Galibi olmayan bir savaşa tutuşmuşsunuz, sadece kaybedensiniz. Kaybedersiniz. Onları anlamak için onlardan olmaya gerek yok, anlamaya çalışın. Doğru ya, siz kendinize göre çok değersizsiniz. Sel gibi akıp giden bir devinim içerisindesiniz. Size bir şey anlatmaya çalışmıyorum. Ben de sizdenim. Ben sizi fark edebilen farklı bir sizim. Kalmadı izim. Kayboldum, mutlu olabilirsiniz.

Bekleme/k

asdasdAşağı neresi yukarısı kimin? Bir soru gibiyim ne sorduğum belli ne cevabım. En çok da ben kimim? Cevabını bilmediğim sorular sormayı, sorularını bilmediğim cevaplara tercih ediyorum. Neyi bekliyorum? Bilmiyorum.

Önce bekletmeyi sonra beklemeyi ve beklerken geç kalmayı öğrendim. Geç kalmak hiç olmaktan iyi değilmiş. Bunları hep beklerken öğrendim. Öğrenmek beklerken kolay bekletirken zormuş. Bunu geç kaldığımda öğrendim. Her geçen dakika bir şeyler öğrendim.

Kim olmak istediğimi ben seçtim, kim olduğumu seçemedim. Seçemedim diye bir süre kendimden nefret de ettim. Ama benim suçum değildi. Belki de benim suçumdu ama artık umurumda değil.

Kimi, neyi beklediğimi bilmiyorum. Kalkıp koşamadığım için kimi beklettim? Bilmiyorum. Koşmam işe yarayacaksa koşmalıyım. Ama boşuna koşacaksam da spor olur sorun değil diye düşünüyorum. Ben senin için üşenmiyorum. İçinde sen geçen kelimeleri seçiyorum. Onlara doğru koşayım diyorum. Ayaklarımdan tutanlar var, yüzlerini göremiyorum. Bilmiyorum diye kandırmaya çalışıyorlar, kandırıldığımı hissediyorum.

Bu değişkenlik nerede son bulacak? Hayatı belki bir gün anlayacağım. Ama şimdilik, seni bekliyorum.

“hervsey için”

 

Aforozma

ciglik.jpgSabrı taşmak ve sabrı kalmamak aynı şeyi ifade ediyorsa eğer gerçekten, varlıkla yokluğun ilişkisi şimdi tam burada çözülmeli. Dünya var ile yok arasında bir araf olmalı diye düşünmüştüm, bugün var yarın yok olma derdi dün ve bugün ile ilgili bir zaman meselesi değil mi acaba.? Zaman ne kadar aciz, bugün var olan şeyi yarın yok edebiliyor, geri dönüştürse de asla aynı şekle geri getiremiyor. Biz bekleyenler artık yorulduk, bizi zamanın olmadığı bir yere bir zaman belirtmeden göndermeli yetkililer. Yetkilerini sadece yetkinlikleri doğrultusunda kullanmayanlar var oldukça mümkün değil diyorsunuz, anlayabiliyoruz. Zaten onlar da var oldukları meziyetleri tutkuları ile yok ediyorlar.

İnsan kendini tanıdığını düşündüğü anda yanılandır. İnsan yalandır. Kendini bile kandırabilen bir yokluktur, umutsuz hayatını umuduyla güzelleştirdiğini düşünür, yanılır. Umut kendini yanlış tanıyan insan için züğürt tesellisi. Hiçbir zaman istediği yerde olamayacak insanları olmak istediği yerde hissettiren sahtekar dürtü.

Bir derdest ruhlu zalim.

Ne güzel kendini kepaze ediyor, eril küfürlerini cesaretle savuruyor. Eğil! Yüzüne vuran her şey Muhammed Ali’nin yumruğu kadar yıkıcı. Ezici karakterinden olsa gerek durumunu göremiyor. Görgü kurallarını yerle bir etmeyi hak sayıyor. Ezil! Kendini sevmeye başladığın anda bir kamyonun 35 inç tekerlekleri altında bulursun kendini. Müstehak!

Mazlum tavırları çileden çıkarır, çünkü her şey kalbinde kendi bildiğinden ibaret sayılır. Eh işte, ona göre beyaz olan her şey aslında sarıdır. Güneşin üzerinde bıraktığı ışığı yanlış anlamıştır. Günü gün saymayıp ışığı renkle bağdaştırır.

Kaybol! göz önünde olan her şeyin aslında ölümü yakındır. Popüler ağrıların, anlık sancılardan farklı değil. Küfür yok! Ağır ol.

Senin için yokluğun varlıkla olan ilişkisini görmezden gelmeye çalışamam. Çünkü her karanlığı ışığın yokluğu sanan bir namağlup karakterin var.

İnsan haklı olmak için yaşarsa yok olamaz, yok olamayan varlığın varlığı, denizin maviliği gibi, yalancıdır. Sadece denizin dibindeyken dinine sarılan bir imamsın. Sana ne anlatsam, nasıl anlatsam diye zamanımı harcayamam. Yazıktır.

Yolculuk

IMG_6497.JPG24 temmuz

Saat:1.24

Yağmurlu hava.

Zor koşullarda yaşamaya devam etmeye çalışıyorum.

Gökyüzünde milyonlarca yıldız eşlik ediyor seramonimize. Bulutlardan bir türbülans denizindeyiz. Bulutlar ne kadar izin verirse o kadar özgürsün diyor Deniz Abi. Uçaktan da bir hayli korkuyor. Düşmek değil derdi, uçmak. Uçmakla ilgili bir takım sorunları olduğundan bahsetmişti. Pek önemsemedim galiba o anda. Bir defteri vardı bakıyorduk bir yandan. Yanyana oturuyorduk, arka koltukta eşi ve çocuğu vardı. Hepsiyle birlikte indik yere. Yıldızlar yine o zalim kirli ışıkların gölgesinde kaldı.

Ama o sayfaları bir kez gördüm, asıl yıldız onlardı.

İki kişilik fazlalıklar doğuruyor gece. Sancısı var bir ebe bulmalı. Ebe saklambaç oynuyor. Gecenin çocukları bizlere ölü doğuyor.

Ulaşım ve bir takım denge sorunları

FNIR5934.jpg

Henüz bir hikayem yok. Ama anılarımı biriktirip hikaye çıkarabilir miyim? Bilmiyorum.

Bir takım inançlara sahip olduğum konusunda kimseyi kandırmaya çalışmayacağım. Hiçbir şeye körü körüne inanamazsın. Bu şüphecilik değil. Bu değişimin dengesiz yumruğu sonucu ortaya çıkmış bir iç kanama.

Düzensiz yosmaların düzenli ön sevişmelerinden sonraki gibi bir yol yorgunluğu olmalı içimizdeki değişim arzusu.

Ya da saçma bir kafiye arayışından sıyrılmalıyız belki.

Belli ki sorunsuz insanlar olmaya çalışıyoruz.

Sorun olmayan tek şey sessizce yok olabilen tek şeydir.

Kulaktan dolma Tarkovsky Anısı

Tarkovsky’nin de gösterimine katıldığı “Ayna – Zerkalo” filminin Moskova’daki galasında, film sonrası Tarkovsky’ye filmle ilgili birçok soru sorulur. Eleştirmenlerin filmi tartışması o kadar uzar ki bir ara temizlik görevlisi kadın salona girer ve salondakilere, salonu temizleyeceğini, işlerinin ne zaman biteceğini sorar. İçerdeki eleştirmenlerden bazıları kadına “Burada çok karmaşık ve anlaşılması zor bir filmi tartışıyoruz, ne zaman biteceği belli olmaz.” gibilerinden bazı şeyler söylerler. Bunun üzerine temizlikçi kadın “Bunda bu kadar anlaşılmayacak ne var ki?” diye sorar. Bunun üzerine oradakiler şaşkın bir şekilde kadına filmden ne anladığını sorarlar. Kadın: “Sevdiklerinin ve onu sevenlerin hakkını asla ödeyemeyeceğini düşünen ve onları yeterince sevemediğini düşündüğü için vicdan azabı ve acı çeken bir adamı anlatıyor film” der. Bunun üzerine orada bulunan ve Rusya’nın yönetmen ve eleştirmen olarak önemli sinema adamları Tarkovsky’ye bakarlar. Tarkovsky “Bu sözlere ekleyecek başka hiçbir şeyim yok.” der ve konuşmayı bitirir.

Tarkovsky-Ayna

“Burada çok ilginç şeyler var. Kökler, çalılar… Hiç bitkilerin hissedebildiklerini hatta algılayabildiklerini düşündünüz mü? Ağaçlar… Bu fındık ağacı, şu kızılağaç. Hiçbirinin acelesi yok. Oysa bizler etrafta koşturup yaygara koparıyoruz ve sıradanlığımızı haykırıyoruz. Çünkü iç doğamıza güvenmiyoruz. Sürekli şüphe içerisindeyiz ve telaşlıyız. Durup düşünmeye vaktimiz yok”

Andrey Tarkovsky