Tanrı Gözü – Bölüm 1 “Görmekten Öncesi” 2

Bu düşüncelerle geçirdiği kocaman bir hafta yaptığı hiçbir işten verim alamadı. Ne kendisi için tatmin edici bir vakit geçirmişti ne de iş yerindeki patronu için. Sürekli düşündüğü, düşünerek daha da içinden çıkılmaz bir hal alan bu konu onu çıldırtacak kadar meşgul ediyordu. Artık yaşamsal faaliyetlerini devam ettirebilecek ihtiyaçlarını dahi bedensel bir belirti onu ele geçirince fark edebiliyordu. Yemek yemek gözleri kararınca aklına geliyordu örneğin, ya da su içmek boğaz kuruluğundan öksürük nöbetlerine tutulduğunda aklına geliyordu. O hafta onlarca, hatta yüzlerce fikir düşündü. Bunların hepsi başka birinin düşüncelerini, duygularını, hislerini nasıl anlayabileceğine, algılayabileceğine, öğrenebileceğine yönelikti. Aklına gelen fikirlerin çoğunluğu milyonlarca dolar harcanması gereken uçarı fikirlerdi. Düşünceleri arasında daha düşük bütçeli fikirler de vardı elbette fakat bunlar insanların sözcük dağarcığıyla, yaşadıkları olayları ve düşüncelerini insanların algılama biçimine uygun olarak açıkladıkları üstünkörü anket benzeri fikirlerdi. Bunları gerçekleştireceğine hiç düşünmemiş olmasını bile yeğlerdi. Uçarı fikirlerine bütçe sağlamak için bankada yıllardır biriktirmiş olduğu parasına göz attı hafta başına yaklaşırken. Bankada tam tamına iki milyon lirası vardı. Dahası babası öldükten sonra miras olarak bıraktığı memleketinde iki daire ve birkaç küçük imara açılmamış arsa vardı. Tüm bunları satıp bu düşündüğü fikirlerden birini gerçekleştirmek için harcasa bile bu isteğinin ahlaki olup olmadığına dair belirgin bir fikri yoktu. Ahlaki olmasa bile bu işi el altından yapabileceği en azından belli bir yol kat edebileceği finansal gücü olduğunu düşünüyordu. Tüm bu sorulara cevap alabilmek adına avukat bir arkadaşı ile güç bela iletişim kurabilmiş, hafta içi buluşmak için sözleşmişti.

Uzun yıllar sonra ilk defa başka bir niyetle evinden çıkmıştı. Bu sefer yollar kendisini tanıdık bir yüzle karşılaşmanın dinginliği ile karşılamıyor, onu bin türlü yaşanmamışlıkların, zorlu tekinsiz yılların, adi arkadaşlıkların, üzüntülerin, huzursuzlukların anavatanı olan memleketine götürüyordu. Çocukluk yıllarında çıktığı bu insafsız yere tekrar gitmek onun için büyük bir adımdı, zor olandı. Yine de bu yolculuk onun hayatını değiştirebilecek nitelikte büyük bir adımdı. Belki orada tüm bu yaşadığı ya da yaşayamadığı günlerin, duyguların, hislerin intikamını alacak kişiler ya da nesneler bulacaktı. Ya da bayat bir yüzleşmeyle karşı karşıya kalacaktı. Ne yaşayacağına dair hiçbir fikri olmamasına karşın, rotasını biliyordu. Yapıp edeceklerini notlar halinde planlamış, üç günlük bu geziyi kendisi için bir milat bilmişti. Yaptıklarının yanında kendiliğinden gelişecek her türlü duruma da hazırlıklı olduğunu hissediyordu. Yine de içinde büyük bir huzursuzluk olduğunu saklamıyordu, daha doğrusu saklayamıyordu. Bu yaşadığı tekinsizliğin ilk belirtilerini otogardayken geç kalan otobüsün muavinine göstermiş, koca adamı bir güzel paylamıştı. Adam da içinden “-herhalde deli!” diyerek alttan almıştı. Daha sonraki belirti bir dinlenme tesisinde yemek servisi yapan yirmili yaşlardaki güzel bir köylü kızına davranışlarında vücut bulmuştu. Alelade huysuzluklar olduğunu düşünen genç kadın ona hiç cevap vermeden masayı silmeye devam etmiş, yemeğini bırakmış, köşesine çekilmişti.

Bu dağlar, bu otoyolun kabus gibi tam ortasına çökmüş olduğu köyler, bu tek tük ağaçların piç gibi kaldığı çorak kahverengi topraklar her zaman böyle mi görünüyordu diye düşünüyordu yolculuğun sonuna yaklaşırken. Teknolojinin nimetleri de bu sıralarda kendisini yalnız bırakmıştı elli kişilik bu metal yığınının içinde, elli birbirine benzemez insan ile. Başının üzerinde duran raftaki küçük çantasından bir defter çıkarıp bir şeyler karalamaya başlamıştı otobüsün arka tarafından gelen üç beş bebek bağırtısı içinde. Ara ara diğer yolcularla birlikte bir memnuniyetsizlik türküsüne ahlar, oflar içinde o da eşlik ediyordu. Sanki daha önce hiç yaşamamış olduğu bu şehre gitmek onun içinde müthiş bir güvensizlik oluşturuyordu. İndiği zaman onu almaya gelecek kimse yoktu. İnince gideceği kimse yoktu. Akranları, akrabaları, arkadaşları yoktu. Belki yoktu demek makul değildi fakat varlığı oluşturan vücut değilse eğer, onlara var demek fazla iyimserlik gibi görünecekti.

Daha önce illa ki bir filozof bunu düşünmüştür, adını da elbette koymuştur diye düşündüğü bir ton düşüncesi arasında bir de varlık kavramı vardı ki onu en çok meşgul eden düşüncelerden biriydi epeyce bir süre. Ona göre bu kavramın vücutla, fiziksel olarak kapladığı bir alanla bir ilgisi yoktu. Varlık yalnızca insan zihni içerisinde onunla iletişimde olabilen nesnelerle ilgiliydi. Yani bir arkadaşının, akrabasının ya da bir gitar sehpasının, kendisi için var olabilmesi yalnızca onunla zihinsel olarak iletişim kurabilmesi münasebetiyle olabilirdi. Özdeşlik kurmakla uzaktan yakından bir ilgisi olmayan bu varlık müessesesi onun için yalnızca kendisinin var olduğunu kesin bir biçimde kanıtlaması şeklinde vücut bulamıyordu. Bir kişi kendisine yakınlık gösterip onunla dertlerini ya da sevinçlerini yahut daha derin olarak nitelendirilebilecek hayat felsefesini, tecrübelerini paylaşması o kişiyi onun zihninde var etmiyordu. Çoğunlukla bir roman karakterini, kendisinin düşündüğü görsel bir nesneyi daha varlık olarak kabul edebiliyordu. Var kabul edebilmek için onu olduğu gibi kabul etmek, onu içselleştirmek onun için yeterli değildi. Daha sonra bu varlığı düşünce zemininde değerlendirebilecek kadar değerli görmesi, onun bazı yönlerini eleştirebilmesi, belki onu düşünce dünyasında düzeltebilmesi isteğini de uyandırıyor olması gerekiyordu.

Geleceğini annesine, arkadaşlarına ya da herhangi bir akrabasına haber vermemişti. Bunu üstün bir tavırla kararlaştırmamıştı. Öylesine, kolaylıkla yapmıştı. Zaten hiçbiri onun için tam olarak var değildi. İndiği zaman havanın kalitesinden anlamıştı nereye geldiğini. Hafif, kuru, serin bir havaydı. Yol kenarlarında herhangi bir kurala bağlı kalınmamış, rastgele yerleştirilmiş ağaçlar vardı, ki bazılarının kökleri zaman içinde o yolları bozabilecek, belediye çalışanlarına fazladan iş çıkarabilecek ağaçlardı. Ama zaten bunu düşünmüş olabilmeleri ihtimaline pek olanak vermiyordu. Park ve bahçeler müdürlüğüne atanmış bir kuzen ya da belediye reisinin oradan buradan tanıdığı herhangi bir adamın bunlarla ilgilenmediği gibi, onun bu işe atadığı personeli de bu işlerden anlamıyordu ona göre. Anlaması da gerekmiyordu. Küçük yerlerde işler böyle yürürdü. Öylece bir süre yürüdü. Yanında pek fazla eşyası olmadığından yürümek büyük bir yorgunluğu doğurmuyordu. Şehrin girişindeki küçük bir otele girip oda sordu. Fiyatı beğenmemiş olacaktı ki oradan çıkıp hemen karşısındaki daha az süslü ama daha derli toplu başka bir otele gitti. Fiyatı hiç sormadan anahtarı alıp odasına yerleşti. Onu diğer otelden vazgeçiren fiyat değildi esasında. Giriş kapısının iki yanında duran devasa yeniçeri heykellerinin ucubeliğinden dolayı girdiği anda buradan nasıl kaçarım diye düşünmüştü. Girmiş bulunduğu için de mecburen beğenmeyeceği bir kalem aradı. Bu da en basitinden fiyat olabilirdi.

Otelden çıktığında öğleden sonra saat ikiyi vuruyordu. Bu şehirde on dakikalık yürüme ile her yere ulaşılabilirdi, öyle hatırlıyordu. Çocukken bu mesafeler ona ne kadar da uzak geliyordu, oysa şimdi vücudu büyük olduğundan mıdır yoksa mesafe kavramı yaşadığı o kocaman şehirden dolayı tamamen değiştiğinden midir bilinmez ona bir çırpıda yürüyerek aşılabilecek kısa gezintiler olarak geliyordu. Yaklaşık on iki dakika sonra uzaktan görmesi gereken belediye binasının yerinde kocaman bir boşluk vardı. Küçük şehir işgüzarlığı yine yapmıştı yapacağını. Bu boşluk şehrin tüm çocuklarını bağrına basabilecek devasa bir park alanı ile değerlendirilmiş gibi görünüyordu. Fakat parkta oynayan üç beş çingene kılıklı veletten başka kimsecikler yoktu. Az ileride parkın giriş kapısının hemen önündeki otobüs durağında duran yaşlıca bir adama belediye binasının nerede olduğunu sordu. Adam “-Ohooo, yeğenim, taşındı o, çok oldu. Buraya da bak ne güzel park yaptı belediyemiz, şehrimiz büyüyor, genişliyor!” diyerek sevine sevine yapılan işleri anlatmaya başladı. Bir süre sonra ilgisiz bir çift gözün kendisini dikkatle dinlemediğinin farkına varmış olacak ki baştaki sorunun cevabını kestirmeden verdi. Belediye binasının bu sefer yarım saat yürüme mesafesindeki bir yere taşındığını öğrendi. Yürümek için mecali kalmamış değildi, fakat yine de fazlaca vakit kaybetmemek için, notlarındaki planlarına uyabilmek adına bir taksiye atlayıp belediye binasına gitti. Sırasıyla tapu, imar, şehir planlama bölümlerine uğrayıp, babadan kalma arsaların yerlerini ve tapu örneklerini toplayıp çıktı.

Yeni belediye binası gereksiz bir lüksten muzdaripti. Giriş holünde büyük bir boşluk yaklaşık yedi kat yüksekliğinde galeri boşluğu vardı. Bu boşluk güvenlik görevlilerinin gelen geçeni buyur ettikleri yer olarak değerlendirilmek zorunda kalındığı için en ücra odadan bile konuşulanların duyulabileceği devasa bir megafon gibi sesleri büyütüyor, büyütüyordu. Güvenlikteki genç kadının kafasını kaldırıp yukarı bakışından sık sık sesten dolayı amirlerinden azar yedikleri anlaşılıyordu. Beton dokulu bankosu, duvarlardaki işlemeli seramik kaplamalar, aydınlatmalar…

Bu kadar uzun süredir tanıdık bir simaya rastlamamış olması onu şaşırtmıştı. Her ne kadar bu şehre uzun zamandır uğramamış olsa da burası en nihayetinde herkesin neredeyse birbirini tanıdığı bir şehirdi. İnsanların sima olarak değişmediklerini düşünüyordu. İllaki okuldan, dershaneden, mahalleden tanıdık birini görebileceğini düşünmüştü oysa. Yine de yürüdüğü o on iki dakikalık mesafede birçok insanın yolda birbirine selam verdiğini görmüş, hatta sarılıp, öpüşüp muhabbete dalanlara bile tanık olmuştu. Şehrin alışverişinin döndüğü çarşı denen muhite yine belediye binasının önünden bindiği bir taksiyle birkaç dakika içinde ulaştı. Birkaç emlakçıdan içeri girip, elindeki kağıtları gösterip piyasa araştırması yaptı. Ev ve arsalar için en yüksek rakam olarak dört buçuk milyon öneren bir emlakçı buldu, dahasını da aramadı. Babadan kalma evlerin halini görmek için evlerin bulunduğu apartmana doğru yürümeye başladı. Bu evlerin metruk bir havası olduğunu düşünüyordu. Annesi ve babası çok öncelerde, daha liseye yeni başladığı sıralarda ayrılmış olduğundan evlerde annesinin ya da akrabalarının bir hakkı yoktu. Apartmana ulaştığında dairelerin zillerini çaldı. Dairelerin birinden tanıdık bir yüz çıktı. Bu yüzü tanıdığına emindi fakat ismini, kim olduğunu bir türlü anımsayamıyordu. İnce bir girizgahla birlikte kendisini tanıttıktan sonra yüzün sahibinin teyzesinin kızı olduğunu öğrendi. Bu kızı en son altı ya da yedi yaşındayken görmüştü. İnanamadı, kız büyümüş, serpilmiş, kucağında bebeğiyle kadın olmuştu. Hala çocuk gibi görünüyordu fakat en azından on sekiz- on dokuz yaşında olmalıydı. Diğer dairenin akıbetini de tanışmış olduklarından ona soruverdi. Orada da babasının bir arkadaşının çocuğu kalıyordu. Uzun zamandır bu evlerde kaldıkları belli olan bu insanlar neredeyse babasının ölümünden sonra ona hiç kira ödememişlerdi. Ya da ödemişlerse bile kendisine bu para hiç ulaşmamıştı. Teyze kızına durumu anlatırken kız biraz telaşlanmış, sesini iyice yükseltmeye başlamıştı. “Yani, evlerin mülkiyeti benim üzerimde olduğundan dolayı, kirayı bana bir şekilde ulaştırmış olmalıydınız.” Diyerek kendisini açıklamaya çalıştıysa da genç kadına laf dinletemedi. Daha fazla rezillik çıkmadan “Neyse, ben evleri satacağım, haberiniz olsun. Zaten yasal olarak da sattıktan sonra taşınana kadar bir süre kalabilme izniniz var, kira falan dert değil, söylediğim gibi yeni bir iş kuracağım, o yüzden evleri satacağım.” Diyerek oradan uzaklaştı. Apartmandan çıkıp yürürken uzun uzun kendisine ait olanlara verdiği değerin niceliğini tartmaya başladı. Bu terazi hesabı acı bir telefon sesiyle bastırıldı tabi ki. Arayan annesiydi.

Tanrı Gözü – Bölüm 1 “Görmekten Öncesi” 1

Yüzündeki o belli belirsiz gülümseme herkesin keyfini kaçırıyor, bunu anlıyordu. Ne zaman insanlarla yüz yüze gelmek zorunda kalsa bu sevimsiz zoraki gülümseme onun yüzünde beliriyor, O ise bu durumdan ne şikayet ediyor, ne de büsbütün bir memnuniyet duyuyordu. Onun laneti de buydu; herkese ve her şeye rağmen gülümsemek.

Dolmuşun arızalı olduğu belli olan yaylanma mekanizmasından dolayı her gün gerçekleştirdiği yolculuktaki uyku seansını bugün layığıyla yerine getiremiyordu. Kafasını yasladığı cam iki adımda bir boksör yumruğu gibi sol şakağına darbeler indiriyordu. Kafasını kaldırmak mecburiyeti onun canını sıkmış olmalı ki herkesin duyabileceği bir şekilde “Of” deyiverdi. Sabahın erken saatinde bu derin nefesle bezeli nida dolmuştaki kimsenin dikkatini haddinden fazla celbetmemişti. Uyuyamıyor olması mecburi bir ayık durma zamanı kazandırmıştı, fakat bu süre içinde uykudan daha faydalı ne yapacağını da bilememişti. Uzun zamandır bu yolculuklarda uyuyor olması, bu yolculuk süresinde uyumuyor olduğu zamanda neyle ilgilendiğini de unutturmuş olacaktı. Vaktini kısa kısa alan birkaç işe yoğunlaştı. Ayakkabısının bağcığını çözüp daha ustaca, alttaki bağcıkları sıkıştırarak sıkı bir düğüm attı. Yürürken ayakkabının ayağında fazlaca hareket ediyor olmasından yakınıyordu zaten epey bir süredir. Cebindeki fişleri çıkarıp, içlerinden işe yarar olanları seçti, cüzdanına istifledi. Daha sonra cüzdanındaki zorla eline tutuşturulmuş kartvizitler arasında önem sırasına göre bir elemeye girişti. Yanındaki uzun saçlı, sakalıyla bıyığıyla dudakları görünmeyen genç bir adamdan ara ara rahatsız edici bakışlara maruz kalsa da bu küçük ama birleştiğinde bir hayli vakit alan ıvır zıvır işlerle uğraşmaya devam etti. Yanındaki adama “Çakma Komonis” adını yakıştırmıştı. Kolundaki akıllı saatle, yerel ama pahalı bir butikten alınmış çantasıyla yeşil parkası ve saç, sakal tarzı ona böyle bir çağrışım yaptığından böyle bir isim koymuştu. Normalde insanlara lakap takmak gibi adetleri yoktu fakat bu sabah uyuyamıyor olması onu bu tarz garip davranışlara mecbur bırakıyordu. Bir dizi düşük zaman maliyetli işi yapıp bitirdikten sonra inmesi gereken yere az bir mesafe kalmıştı. İneceğini belli eden kıpırdanmalara girişti çünkü yanında oturan biri çakma komonis olan iki kişiyle konuşmaya mecbur kalmadan inmek için müsaade almak istiyordu. Bu sessiz diyalog sakinlikle sürdüğü sırada “Işıklarda!” diye seslendi şoföre. Şoför onun sesini duyduğuna dair herhangi bir emarede bulunmadığı için, bir yandan da ışıkları geçtiği için ikinci kez seslenmek mecburiyetinde kaldı. “Müsait bir yerde!” Yavaş yavaş otomatik kapı açılırken o kafasını eğmiş iki büklüm haliyle koridorda bekliyordu. Sol tarafına baktığında gözleri adeta kamaşmıştı. Tam kapının karşısında, şoför koltuğunun hemen arkasında kucağında iki, iki buçuk yaşlarında olduğunu tahmin ettiği bir kadınla göz göze gelmişti. Gözlerini o kadından çekemedi. Kapı tamamen açılması için beklemiş, biraz daha vakit kazanmak için yapmıştı bunu. İndiğinde o kadının büyülü halini tekrar görebilmek için yüzünü dolmuştan tarafa dönmüş, dolmuş gidene kadar arkasından bakakalmıştı. Bu anda düşündüğü tek şey, bu kadının nereye gidiyor, ne hissediyor olduğuydu.

Kadının gözlerindeki esrarın yanı sıra, yüzünde iki ya da üç yerdeki belirgin benlerinin, yay gibi kaşlarının, altı üsttekinin neredeyse iki katı olan dudaklarının detayları onu çok fazla ilgilendirmemiş, ama bunlar dikkatinden de kaçmamıştı. Kadının gözlerindeki yüzündeki ifade o kadar çok şey anlatıyordu ki, onu binlerce düşünceye birkaç saniyelik bu bakışma esnasında sevk etmişti. O kadınla göz göze gelmesiyle içindeki her zerre titremiş, onun bedenine, zihnine öylesine yerleşivermek istemişti ki onu gören bir nöbet geçiriyor zannedebilirdi. Bu içindeki hissiyat aşk falan değildi. Biraz daha durup dolmuşun arkasından bakarken bir anda gözleri kararıvermişti.

Öylece yere yığılmış, kaldırımın kenarında gözleri fal taşı gibi açılmış şekilde uzanmaya başlamıştı. Bu büyülü bir andı onun için. Daha önce hiçbir şeyi bu denli tutkuyla istememiş, bu denli merakla düşünmemişti. Sanki bu şekilde ölümsüz olabileceğini hissetmişti, bu yüzden yüzündeki coşku etrafına korku salar hale gelmişti. Kimi onun için uyuşturucu etkisindeki zavallı bir genç, kimiyse evinden kaçmış bir deli olabileceğini kimiyse bir arabanın ona çarpmış olabileceğini düşünüyor, herkes teorilerini telaşlı bir şeklinde dile getiriyordu. Etrafı bir anda dolmuş, insanlar telaşla bir yandan ambulansı arıyor, bir yandan bakkala birilerini gönderip su ısmarlıyorlardı. Öyle bir düşünce deryasında kaybolmuştu ki geri dönmesi için yüzüne bir şişe suyun boca edilmesi gerekiyormuş meğerse. İrkilerek ayıldı, sırılsıklam olan yüzünden suları sıyırıp atmak için yüzü üzerine dönüp doğruldu. Elleriyle yüzünü silip ayağa kalktı. Etraftaki insanların şaşkın gözleri arasında bir tavşan gibi donakalmıştı. Sonrasında aralarından bir ihtiyar kadın sorular sormaya başladı. “İyi misin yavrum?”, “Aç mısın?”, “Hastaneye götürelim mi seni?” sorular soruları doğurmuş, ihtiyar kadının şefliğinde etraftakilerden bir koro halini almıştı. Herkes başka bir ağızdan başka bir soru soruyor, O hiçbirine odaklanamıyor, hiçbirine cevap vermiyor yalnızca ilk soruya gayriihtiyari cevap veriyordu. “İyiyim.” Sesleri bastırmak için ya da kendisini duymadıklarını hissettiği için bir kez daha tekrarladı. “İyiyim.” Koro devam ediyor, bu defa sorularla tavsiyelerle üzerine çullanıyorlardı. “İyiyim” diye bağırarak kalabalığı yarıp yürümeye başladı. Arkasından kimse gelmiyordu. Herkes çabucak dağılmıştı.

Arada bir bu şekilde düşüncelere dalardı. Daha önce bu düşüncelerinden lise öğrencisi olduğu zamanlarda dershaneye gittiği zamanlarda dershane psikoloğuna bahsetmişti. O da kendisini böyle düşüncelere fazla kaptırmaması gerektiğini, bunun bir psikolojik sorun doğurabileceğine dair uyarılarda bulunmuştu. Ama o yine de bu düşünceleri durduramıyordu. Durdurmaya da çalıştığı söylenemezdi. Başına buyruk olmak onun en büyük meziyetlerinden biriydi aslında. Bu yüzden büyük şeyler başarabileceğini hissediyor olabilirdi. Henüz bir şey başarabildiği yoktu ama belki bir gün… “Belki bir gün…” diye düşünüyordu.

Daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştı. Yere yığıldığı anı, sonrasını hatırlamıyordu. Yalnızca yüzüne boca edilen sudan sonrasını hatırlıyor, öncesindeyse o kadınla göz göze geldiği anı hatırlıyordu. Ona ne olduğunu sorsalar yaşadığı duyguyu tarif edemezdi. Bu yüzden bu durumu kimseye anlatmamayı tercih etmek gibi bir karar aldı. Sonra insanlar bu hissettiği arzu ve tutku yüzünden hem de bir hayli acayip bir istek yüzünden kriz geçirdiğini duysalar ne derlerdi acaba? Tahmin edebiliyordu. Hastaneye gitmesi gerektiğini söyleyeceklerdi. Belki bir hastalığı olabileceğini, testlere, cihazlara girmesi gerektiğini, o da olmadı bir psikologla görüşmesi gerektiğini söyleyeceklerdi. Farklı bir fikri olabilir dediği kimse yoktu hayatında.

Hayatında farklı bir fikri vardır diyebileceği insanlar isterdi elbette. Bunun için zaman zaman uğraşırdı da. Genellikle ketum biri olduğu için çok fazla insanlarla gereksiz muhabbetlere girmez, hatta onunla muhabbete girmeye çalışan insanları da tepkileriyle bunu denediklerine pişman ederdi. Yüzündeki gülümseme başkaları için de bir lanetti, çünkü insanları muhabbete davet ediyordu belki de. İnsanlar bu düştükleri durum neticesinde o kadar kötü hissediyorlardı ki, aralarına bir mesafe girdiğinde ya da onun duymayacağını düşündükleri bir sırada ona türlü küfürler edebiliyorlardı. O, bunları duymasına rağmen yüzündeki gülümsemeyi düşürmüyor, küfürlere ve aşağılamalara aldırmıyordu. Sözlerden etkilenen biri değildi. Yalnızca hisler… Duygular onu çıldırtıyordu. Bir çırpıda insanların duygularını yüz ifadelerinden, beden hareketlerinden okuyor, onlara hayranlıkla bakmaya, duyguların verdiği hareket ve ifadeleri incelemeye başlıyordu. Bazen mecburiyetten, bazense çevresindeki insanların tek tip olmasından sıkıldığı için insanlarla muhabbet etmeye çalışıyor, onlarla bir yakınlık kurmaya çalışıyordu. Bu nadiren işe yarıyor, insanlarla bir nebze yakınlık kuruyordu. Fakat daha sonrasında bu kurulmuş olan yakınlığa yeterince özen göstermediği için sıcaklık yavaş yavaş kayboluyor, bu insanlar hiç tanımadığı insanlara dönüşüyordu.

İnsan ne zordu onun için. Bir yakınlık kurabilmek, sıcak bir duyguyu paylaşabilmek için ne kadar çok çabalaması gerekiyordu. Bunun böyle olmaması gerektiğini hissediyordu. Daha önceden böyle değildi çünkü. Çocukken, lisedeyken iyi arkadaşları olmuştu aslında. Her şeyi paylaşabildiği, aslında her şeyi denemez, çünkü onların da kendisini belli noktalarda yargılayacaklarını bildiğinden çoğu şeyi demek daha doğru olacaktır. Çoğu şeyi paylaşabildiği bir sürü insan vardı etrafında. Onlar da o zamanlarda kendisine farklı fikirlerden sunulmuş demetler vermezdi fakat sanıyorum o zamanlar bu onun çok da umrunda değildi.

Yalnız kalmak canını acıtıyordu, fiziksel olarak değil, ruhen yalnız olmak onu delirtiyordu. Ama kendisi gibi olan herkesin ruhen yalnız olduğunu da adı gibi biliyordu. Yalnızca emin olamadığı bir kesim vardı, inananlar… İnananların ruhen yalnız olup olmadığını bilemiyordu. Bu herhangi bir dine bağlı olanlar değil yalnızca, bir futbol takımı, bir araba sevdası, inandığı, yani gönlünde putlaştırabildiği ne varsa insanın, ona bağlananları anlayamıyordu. Onların da kendisiyle aynı ruhani yalnızlığı hissettiklerinden emin olamıyordu. Bu yüzden belki onları kıskanıyordu. Ne hissettiklerini bilemediğinden dolayı onlara inanılmaz ilgi duyuyordu.

İnsanların arasından sıyrılıp yürüdüğü caddede boylu boyunca ilerlemişti. Aklında az önce yaşadığı şeylerden başka bir şey yoktu. Bir yandan rezil olduğunu düşünüyor, bir yandan da duyduğu hazzın keyfini hala iliklerine kadar hissediyordu. Vücudunda hormonal bir bayram yaşanmıştı. Tahminine göre insanların uyuşturucu aldığında hissettiği hazza benzer bir haz duyuyor olmalıydı. Bu bilgilere yine bütün gün evde pineklediği bir gün izlediği belgesel vasıtasıyla erişmiş, daha önce hiç uyuşturucu kullanmamıştı. Bu yüzden tam olarak bu hisse benzeyip benzemediği konusunda kesin bir karara varamıyordu. Ama bunu bilmek için uyuşturucu kullanacak da değildi. Kendini kontrol etme mekanizması ilk defa yenik düşmüştü az önce. Bunun için içten içe kendine de kızıyordu. Caddenin sonuna geldiğinde devam edebileceği bir yaya yolu kalmamıştı. Devamında yalnızca araçlar için devam edilebilecek bir yol, bir karşıdan karşıya geçmek için idareten yerleştirilmiş derme çatma bir üst geçit, bir de metroya gitmek için kullanılan bir tünel vardı. Aslında aklındakilerden kendini alamadığı için ayakları onu buraya sürüklemişti. Gideceği yere bu yollardan hiçbiriyle gidilemiyordu.

Ofise girdiğinde herkesin gözü üzerindeydi. Fiziksel özellikleriyle tam bir amir gibi görünen hafif kilolu ve kısa boylu adamın her zamanki gibi kravatı iki yakasını bir araya getiremiyordu. Bu durumda ince bir komiklik olduğunu her zaman seziyordu fakat adamın ciddi yapısı ne bunu anlayabilecek bir his veriyordu ne de onun bu adamla bu tarz muhabbetleri kaldırabilecek bir samimiyeti vardı. Bu adamın adını hiç kendisi sormamıştı. Her zaman kendisine Rıza bey diye hitap edildiği için gıyabında ismini öğrenmiş o da bu şekilde hitap etmeye başlamıştı. Halbuki her gün saatlerce uğraşıp yazdığı raporları götürdüğünde kağıdın altındaki raporu onaylayan sorumlu müdürün adı Rıza değildi. Bu işe girdiğinden beri bir defa olsun hiçbir şeyi sorgulamamış olduğundan bunu da irdelemedi. Belki adam başka birinin yerine bakıyordu ya da kağıt üzerindeki ismi ile normalde kullandığı isim farklıydı. Bunun önemi yoktu. Günlük olarak üzerine düşeni yapıp, saat 5 oldu mu iş yerinden çıkıveriyordu. Rıza bey onu hiçbir özel konuda rahatsız etmemiş, hiç mesaiye kalması için teklifte bulunmamıştı. Bu sabah yüzündeki ifadenin her zamankinden farklı olmasından dolayı herkes ona gayriihtiyari bakmıştı aslında. Gözlerinin altı mosmor, bembeyaz bir surat, saçları dağınık, gömleğinin yakası bağrı açık, hafif de ıslanmıştı. Mavi gömleğinden su izi net bir şekilde ton farkı ile anlaşılabiliyordu. Yine de kimse ona ne olduğunu sormaya yeltenmedi. Daha önce bu insanlarla hiç konuşmaya kalkışmamıştı. Onlar da bu sessizliği bozma niyetinde değillerdi. Hiçbir şekilde birbirleri ile iletişimleri yok değildi. Arada bir yemek molasına çıktıklarında yanlarında durduğu, birlikte yemek yemişlikleri, çay içmişlikleri elbette vardı. Fakat bu sessizlik onun bir karakteristik özelliğiymiş gibi herkes kabullenmişti, bu zamana kadar ona ne bir soru sormuşlardı, ne de herhangi bir muhabbet açmaya çalışmışlardı.

Rıza bey işe geç kalmış bir personele ne söylenirse onları söyledi. O da ne olduğunu sorgulamadı, üstünün başının halinden hiç bahsetmedi. Yalnızca eliyle, kravatını işaret edip, saçını başını gösterip birkaç anlamsız mimik yaptı. Mesaj alınmıştı.

Masasına oturduğunda uzun zamandır hiç kapatmadığı bilgisayarı bu duruma isyan eder gibi sağ eline bunaltıcı bir sıcaklık üflüyordu. Buna rağmen bilgisayarın kapağını kaldırıp işine devam etmeye karar verdi. Aslında o anda bir karar verecek durumda değildi. Her zaman yaptıklarını tekrarlıyordu. Yapmakta olduğu işin mekanikliğinden midir bilinmez, yüzünde herhangi bir mimiğin yeri değişmiyor, kaşı gözü oynamadan yazılar yazmaya, birkaç programdan kodlar üretmeye devam ediyordu. Kalın gözlüğünü masanın yanından alıp maviye çalan camlarıyla gözlerini diğer iş arkadaşlarından gizlercesine ekrana bakmaya devam etti. Burada ne kadar kalmış olduğunu o gün kestiremedi. Saat 5’i epey geçmiş, yemek yememiş, su içmemiş, dışarı çıkmamış, sigara içmemişti. Herkes çıktıktan sonra gelen hizmetlinin dertli türkülerini kulağındaki kulaklığın cızırtısı bir anlığına dindiğinde fark edip kulaklığını çıkarıp etrafa göz gezdirmesiyle fark etti.

Kimsenin görmediği görse de fark etmediği bu adam ona ilginç görünmüştü. O zamana kadar kendisinin de fark ettiği söylenemezdi. Belki de bu adamı daha önce hiç görmemişti, bilemiyordu. Adam yanında sürüklediği kovadan ıslak paspası çıkarıp sıkmadan yere vuruyor, sularla birlikte ileri geri götürüp ofisteki holü adeta bir göle çeviriyordu. Bu iş yapma şeklini kimseye danışmamış olduğu belliydi. Holdeki seramik yüzeyden odalara sızan su bazı parkeleri hafiften kaldırmıştı fakat bu adamın dikkatine mazhar olacak kadar değerli bir şey değildi. Sonra yerdeki suyu paspasla çekerek, bir yandan da suyunu yanındaki kovada sıktırarak gölü kuruttu. Aynı şeyi odalar için yapmıyor, sadece kuruya yakın bir paspasla çok da özenmeden silip geçiyordu. Masada oturan biri olduğunu fark ettiğinde şaşkın bir yüz ifadesiyle kalakaldı. “Ben sizi çok merak ediyordum.” Dedi. Adamın bu anlamsız olduğunu düşündüğü repliği karşısında ne diyeceğini bilemediğinden, şaşırdığını belli eden, neden arayan bir yüz ifadesiyle değiştirdi yüzündeki lanetli gülümsemeyi. Adam açıklama yapmak mecburiyetinde kaldığı için pek mutlu görünmüyordu. Hatta belki de içinden keşke tutsaydım şu bok yiyesice ağzımı de, şimdi bunu açıklamak zorunda kalmasaydım diye düşünüyordu. Bu cüretkar replikten sonra ağzı diline dolanarak, “Bitkiler…” dedi. “Masadaki bitkiler çok güzel, ben küçükken çiçek sergisi açardık anamla, sonra böyle bitkiler falan getirtmeye başladık, ondan. Ondan merak ediyordum sizi.” Bu açıklamadan sonra hizmetli adamla bitkiler üzerine epey konuştular. Masadaki renk renk, çeşit çeşit orkidelerin bakımlarından, kaktüslerin büyüme şekillerinden, bol çiçekli dua çiçeğinden konuştular. Adamın merak etmesi gayet doğaldı, çünkü iş yerindeki o minimalist hava, onun masasına gelince bir anda bozuluyordu. Her yanda yapışkanlı, birbirine iğnelenmiş, tutturulmuş kağıtlar, birkaç tane açık kitap, önündeki hiç kapanmayan defterle birlikte bunların etrafını sarıp sarmalayan bitkiler, iş arkadaşlarının onu görmekte zorlanacağı yarı saydam bir mekan yaratıyordu. Adamın bitkilere olan merakı onu neşelendirmişti aslında. Bu yüzden bu konuşmayı devam ettirebilmiş, hiçbir soğuk tavır sergilememişti adama karşı. Hizmetli adamın adının Necdet olduğunu öğrendi muhabbetlerinin sonlarına doğru. Ne yazık. Adamı görmeyince üç beş gün içerisinde unutacağı bir isimdi bu.

Evine gittiğinde saat çok geç değildi. Babaannesinin ölümünden sonra aile içerisinde paylaşılan eşyalardan biri de onun evine gelmişti. En az seksen yıllık el yapımı bir berjer salonun ortasında heykel gibi duruyordu. Minderleri samanla dolu bu koltuk ona muazzam bir rahatlık veriyordu. O akşam başka akşamlarda yaptığı hiçbir şeyi yapmadı. Ne televizyonun düğmesine dokundu, ne çay demledi, ne de bir şey yiyip içti. Vakit su gibi geçti, gece de hiç uyumadı. Sabah geçirdiği nöbeti düşünüyor, o hissettiği tutkunun boyutlarını kavramaya çalışıyordu. Aklından binlerce düşünce geçiyor, bazılarını düşünmekte olduğu konunun bağlamından uzak olduğu gerekçesiyle ‘siktir’ ediyordu. Bu düşünce harbiyle meşgul olduğu uzun vakit boyunca dikkatini dağıtacak hiçbir şeye izin vermemişti. Ama artık başına ağrılar girmeye başlamıştı. Orta sehpa üzerinde duran telefonunu saate bakmak için eline aldı. Tüm bildirimleri hızlıca kapatıp yarın da Rıza Bey’in rutin konuşmasına denk gelmemek için yatıp uyuması gerektiğine karar vermişti. Sabaha karşı 5 olmuştu saat. Uyumak için yalnızca iki buçuk saati vardı.

Düşünceleriyle boğuştuğu sırada çocukluğundan itibaren insan düşünceleri, şu zamana kadar tanıdığı insanların fikirleri, varsa hastalıklarının vücutlarına hatta oradan ruhlarına etkileri, renkleri algılama biçimleri, konuşma düzlemlerinin verdiği hissiyat, kutsallarının önemi ve değeri, sevmek, nefret etmek, tiksinmek, öfke, korku gibi duyguların insanların ruh halleri üzerine yansımaları gibi birçok konu üzerinde durdu. Bunları anlamanın bir yolu olmalıydı. Olsun istiyordu. Bunu delicesine, ölürcesine istiyordu.

Alelade Bir Günün Akşamüstü

 

Silindikçe yazdığı hikayeler, kükrüyordu üzerine gelen düşüncelere, kaçırmaya çalışıyordu. Beyhude…

Bazen kağıtlara yazıyordu. Kaçtıklarından yazarak kurtulmaya çalışıyordu. Sanki bütün o düşünceleri ve anılarını kağıtlara döktüğünde onları o iki milimlik üç boyutlu demeye bin şahit ister nesnenin içine hapsetmiş gibi hissediyordu. Üçüncü şahıstan çıkmaya, kağıtların yüzünü yırtarak şahlanmaya, kas ve ete bürünerek kendi imkanlarıyla doğmaya çalışan bir tür savaşçı figürlere dönüşüyordu yazdıkları. Böyle zamanlarda ateş yakmaktan başka çaresi kalmıyordu. Büyük bir ateş sayılmazdı yaktığı, fakat yazdıklarını, kurtulmaya çalıştıklarını tutuşturabilsin yeterdi.

Her zamanki gibi bir günün akşamıydı, güneş batmış, işçiler evlerine dönmekteydi. Bunları bu saatte olan trafiğin birlikte getirdiği egzoz dumanlarıyla birlikte yükselen çığlıklara benzeyen kornalardan anlardı. Yüksek bir anıt mezardaydı sanki, ama evindeydi. Gün ışığının çokluğu mezarını ıssızlaştırıyor, seslerin dindiği sıralarda sıvası dökülmeye yüz tutmuş duvarlara bakıp düşünmekle geçirmeye başlıyordu geceyi. Uzun zamanlar geçirdi böyle, bir yere de varacağı yoktu belli ki. Düşünceleri buharlaşıyor, evinin duvarlarını ıslatıyor, ıslanan duvarlardan sıvalar düşmek için yalvarır gibi sesler çıkarıyordu.

Kapı çalındığı sırada odanın halısız yüzeyinde uzanmış, bir karıncanın yuvasına giden yolunu takip ediyordu. Karınca parkelerin arasından bir deliğe girip sıvışmışken zilin ısrarına dayanamayıp ayaklandı. Yarı çıplak vaziyette kapıyı açması abes kaçacağından sırtına koltukta epey uzun zamandır bekleyen siyah bir fanilayı geçirip kapıya yöneldi. Önündeki koridorun birkaç metresi onu zayıflatıyor, sanki kilometreler gibi uzuyordu. Yürüdü, kapıya vardığında bir klasik müzik bestesinin en can alıcı yerinden bir parçayı elektronik bir devreye hapsetmiş kutu tekrardan cırlamaya başladı. Patlama geliyorum manasına gelen bir şey fısıldadıysa da kapıdakinin bunu duymamasına belli belirsiz bir özen gösterdi.

Kapıyı açıp karşısında yönetici Sinem hanımla karşı karşıya kaldığında yüzünde bir şaşkınlık vardı. Sinem hanım çok önemli bir şey olmadığı sürece gördüğü bir insan değildi. Buraya taşındığı üç yıl içerisinde onu yalnızca birkaç kez görmüş olması bu düşünceye varmasına bir sebepti. Kapıda bekleyen kadın bir yandan elinde bir yangın tüpünü tutup sallıyor, bir yandan da karşıdaki komşuyla konuşuyordu. Sabırla bekledi kadının konuşmasını bitirmesini. Madem onunla konuşacaktın neden benim kapımı çaldın diye geçirdi içinden. Meraklı gözlerle kadına bakmaya devam etti. Kadın Zihni deyince ismine yabancılaşmış, ilkel bir ses çıkarmıştı. Sonradan yaptığı hatanın farkına vararak, efendim diye düzeltti çıkardığı sesin manasını. Sinem hanım apartmanda ilaçlama olacağını söylüyor, karıncaların her yanı sardığından bahsediyordu. Bu konuyla ilgili detaylı bilgiler veriyor, yapılacak ödemenin aidatlara etkisinden bahsediyordu. Zihni birkaç olumlama ve onay kelimesi sarf ettikten sonra kadın konuşmasını bitirip görüşürüz diyerek üst kata doğru merdivenleri çıkmaya başladı. Bu konuşmadan hemen sonra kapıyı kapatması gerekirdi, ama yapamadı. Gözü yerde inci gibi parlayan küçücük kırmızı bir şeye takıldı. Dört, beş saniyede sönen otomatik lamba söndüğünde kayboldu küçük inci. Umarsız bir el hareketiyle yeniden yaktı lambayı. Yerdeki parlayan cisme daha da yaklaşabilmek için yere doğru eğildi.

Cenaze Merasiminde Açık Unutulan Kayıt Cihazı

Cenaze törenini kendi düzenlemişti. Neden böyle bir şey yaptığını sormaya fırsat bırakmadan azarladı bizi kaşlarıyla.

Evin bahçesindeydik. Güzel bir kahvaltı masası, cennete benziyordu. Biz kahvaltımızı yaparken biraz daha bekledi merdivenlerin önünde, etrafta gezinirken yoldaki taşları birer birer düzelterek geldi.

Önceki gecenin fırtınası yeni dinmişti içinde. Düzen takıntısını o gece yenmiş olduğunu düşünüyordu. Merdivenlerden inerken fark etti, o kadar kolay değildi. Yerlerde birbiri üzerine rastgele dizilmiş taşları eline geçirdiği bir küçük keserle törpülüyor, tören için her şeyin nizami olması gerektiğini bize gözlerinden çıkan ateşlere şekiller vererek anlatıyordu.

Sustuk. Orada bir sürü arkadaş, aile, okuldan dostlar, hocalar, sevgililer.

Hepimiz bir sinema sessizliğinde onu izliyor, sonraki eyleminin nelere mal olacağını merakla bekliyor, ne zaman ara verecek de sigara molasına çıkacağız diye bekliyorduk. Malum tören alanında sigara içmek yasak. İzmaritlerin nizami dizilmiş ladinler arasındaki küçük göletleri kirletmesine katlanamıyordu. Bunu yıllardır evine gelen bütün cenazelere anlatmaya çalışmış, acılı yüzlerden anlayış beklemişti.

Kahvaltıyı kaldırmış, bütün masaları düzenlemiş, masa örtülerini masalara sermiş, içecekleri yardımcılarına son kez kontrol ettirmişti. Sonunda bitti. Her şey artık istediği gibiydi. Bu karanlık evden çıkacak son cenazenin kendisi olması gerektiğini düşünmüş, böyle bir organizasyona girişmişti.

Üst kattaki Neriman Teyze bir sürü kanepe yapmıştı, koltuksuz masalara dağıtılmak üzere. Bayram havasında geçsin istiyordu tören. “Şimdiki gibi değil… Eski bayramlar gibi olsun.” diyordu.

Kırdığı her bir parke taşından çıkan tozları kirpikleriyle temizliyor. Etrafa uçuşan taş parçalarını ağaçlardaki kuşlara fırlatıyordu. Kuşların etrafı kirletmesine dayanamıyordu. Son bir kaç yıldır kuşları sevmediğini herkes biliyordu. Halbuki evinin girişindeki tabelada iki tane birbiri üzerine ters yüz edilmiş kuş figürleri vardı. Herhalde ailesinden kalma bir saçma kuruntu olacak. Kurcalamadık. Bir dakika durmadı son hazırlıkları tamamlamaya çalışırken.

Bunları önceden yapması gerekmez miydi? Neden bizi bu aptal ayrıntıları düzenlemeye çalışmakla bekletiyordu ki? Ölseydi de gitseydik artık. Herkesin işi gücü vardı. Sevgililer, tekrar sevmek üzere, hocalar derslerine gitmek, arkadaşları barlarda dans etmek, bense ne yapacağımı bilmeden sokakları turlamak, yahut yas tutmak üzere bekliyorduk. Biraz daha beklersek her şey berbat olacak herkes dağılacak, bütün ladinler ateşe verilecekti.

Neden bu kadar hazırlığı önemsemiyormuş gibi davranıyordu. Anlamlandıramıyorduk. Kürsünün etrafındaki dolaşmış kabloları da düzenleyip son kez kürsüde konuşma yapacağını anlatmaya başlamıştı elleriyle.

Sesini duyamayacak kadar uzak, sarılıp öpebilecek kadar yakındık.

Sonunda etraftaki üç büyük hoparlörden bir sesle konuşması başlamıştı. Ses kontrollerini yaptıktan sonra bir kaç cümle anlatmasını ardından ölümünü bekliyorduk. Bizi buraya neden topladığını anlattığı bir kaç cümle zırvaladıktan sonra konu başka yerlere gitmeye başladı. Sevgililerinden biri konuşmanın onlara geleceği korkusuyla lafa atıldı. Naif bir hicivle onu susturduktan sonra konuşmasına devam etti. Konunun nereye gideceği hakkında kimsenin malumatı olmadığı belliydi.

Son sözlerini söylerken takınılan bir edayla “Rıfat seni severim, bu malikane ne cenazeler ağırladı, her birinde ev sahibesiydim. Şimdi ilk ve son kez burada misafirim. Sen benim hiçbir şeyimsin. Hep öyle oldun. Bundan sonra da öyle kalacaksın. Bu bir aile mirası.

Hiçlikler ailesi.

Burayı bana devreden kişinin hiçbir şeyiydim. Şimdi de sen benim hiçbir şeyimsin. O yüzden bu malikaneyi sana devrediyorum” dedi.

Son bir kez, en sevdiği şarkının nakaratını söyledi.

Masanın altından çıkardığı barettayı şakağına dayadı ve kafatasını merdivenin girişine doğru patlattı.

Alkışlar eşliğinde kalabalık dağıldı. Ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Öylece kalakaldım. İnsanlar etrafımdan ışık hızıyla taziyelerini sunarak dağılıyorlar, bense hiçbir şey söyleyemiyordum.

Cenaze işlemlerini tamamladıktan sonra hiçimin, hazır bulunan banyoda kanları temizleyip, tabutuna koydum. Bana böyle ilginç bir görev bıraktığı için mutlu olmadığımı söyleyemem, ama…

Hayatımda ilk defa biri bana güvenmiş ve bir görev vermişti, ama…

Şimdi ladin ormanlarında yürürken elimdeki ses kayıt cihazı düşüncelerimin elektronlarına tecavüz ediyor ama…

Bunları anlatmak zorunda kalmış olmam belki beni güçsüz hissettirecek ama…

Yine de anlatmalıyım. Ben hiçbir şeyim ve ilk defa hiçbir şey olduğum için umutluyum.