Buraya attı beni gökten. Etrafımda bodur ağaçlar. Yerde kafatasları, gözlerimde perdeler. Siyah bir zulmet çökmüş ormanın üzerine. Yalın ayak tekmelediğim ölü saçlar, oyduğum gözler belki de güzeller. Göremediğim her sahneye yazdığım bir eleştiri mektubu, aslında o kadar da eleştirilebilir bir film değil. Sahnenin tozu bir elimde, diğeriyle güller getirdim, ellerim dolu. En yakın mezar nerede?
Şimdi şuradan çıksam göklere kadar yürürüm, fakat ayaklarım bu eylemde tarafsız kalma kararında. Bir sürü kulu var, beni neden seçti acaba? Hükümlerinde ayrılık, zaman karanlık, dizlerim ağrıyor, sırtımda en az yüz kilo bir ağırlık.
Göremediğim her sahnede bir oyuncu, topluluğu azınlık, yalnızlığı yalınlık, üstü başı dağınık. Sesler var, çığlık! Kulaklarımla geldim buraya, arkam dağlık, önüm sığ bir derya. Ayaklarımda dövünen ıslaklık.
Her birimiz başka gemideyiz, halatlarından akıyor deniz, dağlara. Bir ton ağaç çekiliyor ağlara. Özür diliyoruz balıklar, yıllardır sağdık sizi, taziyemiz kalan sağlara.
Kaçmalıyım buradan. Uzaklara, çok uzaklara! Çağdaşlarım çağlıyor, cehaletle, önlerinde gezdirdiği hastalıklı kurbanlara. Rol çalmada usta arkadaki, öndeki saf nasıl olsa.
Ölüm gerek yayalara. Evler önünde binlerce tonluk demir yığınlarına saygı hat safhada. Toprak alındı, göklere taşındı, bir kutu içinde oturan zavallılara saygınlık sağlandı. Kağıtlara karşılık bir deprem çağırıyor doğa ana.
“Gel de kurtar beni bu bağnazlıktan!”