Tanrı Gözü – Bölüm 1 “Görmekten Öncesi” 1

Yüzündeki o belli belirsiz gülümseme herkesin keyfini kaçırıyor, bunu anlıyordu. Ne zaman insanlarla yüz yüze gelmek zorunda kalsa bu sevimsiz zoraki gülümseme onun yüzünde beliriyor, O ise bu durumdan ne şikayet ediyor, ne de büsbütün bir memnuniyet duyuyordu. Onun laneti de buydu; herkese ve her şeye rağmen gülümsemek.

Dolmuşun arızalı olduğu belli olan yaylanma mekanizmasından dolayı her gün gerçekleştirdiği yolculuktaki uyku seansını bugün layığıyla yerine getiremiyordu. Kafasını yasladığı cam iki adımda bir boksör yumruğu gibi sol şakağına darbeler indiriyordu. Kafasını kaldırmak mecburiyeti onun canını sıkmış olmalı ki herkesin duyabileceği bir şekilde “Of” deyiverdi. Sabahın erken saatinde bu derin nefesle bezeli nida dolmuştaki kimsenin dikkatini haddinden fazla celbetmemişti. Uyuyamıyor olması mecburi bir ayık durma zamanı kazandırmıştı, fakat bu süre içinde uykudan daha faydalı ne yapacağını da bilememişti. Uzun zamandır bu yolculuklarda uyuyor olması, bu yolculuk süresinde uyumuyor olduğu zamanda neyle ilgilendiğini de unutturmuş olacaktı. Vaktini kısa kısa alan birkaç işe yoğunlaştı. Ayakkabısının bağcığını çözüp daha ustaca, alttaki bağcıkları sıkıştırarak sıkı bir düğüm attı. Yürürken ayakkabının ayağında fazlaca hareket ediyor olmasından yakınıyordu zaten epey bir süredir. Cebindeki fişleri çıkarıp, içlerinden işe yarar olanları seçti, cüzdanına istifledi. Daha sonra cüzdanındaki zorla eline tutuşturulmuş kartvizitler arasında önem sırasına göre bir elemeye girişti. Yanındaki uzun saçlı, sakalıyla bıyığıyla dudakları görünmeyen genç bir adamdan ara ara rahatsız edici bakışlara maruz kalsa da bu küçük ama birleştiğinde bir hayli vakit alan ıvır zıvır işlerle uğraşmaya devam etti. Yanındaki adama “Çakma Komonis” adını yakıştırmıştı. Kolundaki akıllı saatle, yerel ama pahalı bir butikten alınmış çantasıyla yeşil parkası ve saç, sakal tarzı ona böyle bir çağrışım yaptığından böyle bir isim koymuştu. Normalde insanlara lakap takmak gibi adetleri yoktu fakat bu sabah uyuyamıyor olması onu bu tarz garip davranışlara mecbur bırakıyordu. Bir dizi düşük zaman maliyetli işi yapıp bitirdikten sonra inmesi gereken yere az bir mesafe kalmıştı. İneceğini belli eden kıpırdanmalara girişti çünkü yanında oturan biri çakma komonis olan iki kişiyle konuşmaya mecbur kalmadan inmek için müsaade almak istiyordu. Bu sessiz diyalog sakinlikle sürdüğü sırada “Işıklarda!” diye seslendi şoföre. Şoför onun sesini duyduğuna dair herhangi bir emarede bulunmadığı için, bir yandan da ışıkları geçtiği için ikinci kez seslenmek mecburiyetinde kaldı. “Müsait bir yerde!” Yavaş yavaş otomatik kapı açılırken o kafasını eğmiş iki büklüm haliyle koridorda bekliyordu. Sol tarafına baktığında gözleri adeta kamaşmıştı. Tam kapının karşısında, şoför koltuğunun hemen arkasında kucağında iki, iki buçuk yaşlarında olduğunu tahmin ettiği bir kadınla göz göze gelmişti. Gözlerini o kadından çekemedi. Kapı tamamen açılması için beklemiş, biraz daha vakit kazanmak için yapmıştı bunu. İndiğinde o kadının büyülü halini tekrar görebilmek için yüzünü dolmuştan tarafa dönmüş, dolmuş gidene kadar arkasından bakakalmıştı. Bu anda düşündüğü tek şey, bu kadının nereye gidiyor, ne hissediyor olduğuydu.

Kadının gözlerindeki esrarın yanı sıra, yüzünde iki ya da üç yerdeki belirgin benlerinin, yay gibi kaşlarının, altı üsttekinin neredeyse iki katı olan dudaklarının detayları onu çok fazla ilgilendirmemiş, ama bunlar dikkatinden de kaçmamıştı. Kadının gözlerindeki yüzündeki ifade o kadar çok şey anlatıyordu ki, onu binlerce düşünceye birkaç saniyelik bu bakışma esnasında sevk etmişti. O kadınla göz göze gelmesiyle içindeki her zerre titremiş, onun bedenine, zihnine öylesine yerleşivermek istemişti ki onu gören bir nöbet geçiriyor zannedebilirdi. Bu içindeki hissiyat aşk falan değildi. Biraz daha durup dolmuşun arkasından bakarken bir anda gözleri kararıvermişti.

Öylece yere yığılmış, kaldırımın kenarında gözleri fal taşı gibi açılmış şekilde uzanmaya başlamıştı. Bu büyülü bir andı onun için. Daha önce hiçbir şeyi bu denli tutkuyla istememiş, bu denli merakla düşünmemişti. Sanki bu şekilde ölümsüz olabileceğini hissetmişti, bu yüzden yüzündeki coşku etrafına korku salar hale gelmişti. Kimi onun için uyuşturucu etkisindeki zavallı bir genç, kimiyse evinden kaçmış bir deli olabileceğini kimiyse bir arabanın ona çarpmış olabileceğini düşünüyor, herkes teorilerini telaşlı bir şeklinde dile getiriyordu. Etrafı bir anda dolmuş, insanlar telaşla bir yandan ambulansı arıyor, bir yandan bakkala birilerini gönderip su ısmarlıyorlardı. Öyle bir düşünce deryasında kaybolmuştu ki geri dönmesi için yüzüne bir şişe suyun boca edilmesi gerekiyormuş meğerse. İrkilerek ayıldı, sırılsıklam olan yüzünden suları sıyırıp atmak için yüzü üzerine dönüp doğruldu. Elleriyle yüzünü silip ayağa kalktı. Etraftaki insanların şaşkın gözleri arasında bir tavşan gibi donakalmıştı. Sonrasında aralarından bir ihtiyar kadın sorular sormaya başladı. “İyi misin yavrum?”, “Aç mısın?”, “Hastaneye götürelim mi seni?” sorular soruları doğurmuş, ihtiyar kadının şefliğinde etraftakilerden bir koro halini almıştı. Herkes başka bir ağızdan başka bir soru soruyor, O hiçbirine odaklanamıyor, hiçbirine cevap vermiyor yalnızca ilk soruya gayriihtiyari cevap veriyordu. “İyiyim.” Sesleri bastırmak için ya da kendisini duymadıklarını hissettiği için bir kez daha tekrarladı. “İyiyim.” Koro devam ediyor, bu defa sorularla tavsiyelerle üzerine çullanıyorlardı. “İyiyim” diye bağırarak kalabalığı yarıp yürümeye başladı. Arkasından kimse gelmiyordu. Herkes çabucak dağılmıştı.

Arada bir bu şekilde düşüncelere dalardı. Daha önce bu düşüncelerinden lise öğrencisi olduğu zamanlarda dershaneye gittiği zamanlarda dershane psikoloğuna bahsetmişti. O da kendisini böyle düşüncelere fazla kaptırmaması gerektiğini, bunun bir psikolojik sorun doğurabileceğine dair uyarılarda bulunmuştu. Ama o yine de bu düşünceleri durduramıyordu. Durdurmaya da çalıştığı söylenemezdi. Başına buyruk olmak onun en büyük meziyetlerinden biriydi aslında. Bu yüzden büyük şeyler başarabileceğini hissediyor olabilirdi. Henüz bir şey başarabildiği yoktu ama belki bir gün… “Belki bir gün…” diye düşünüyordu.

Daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştı. Yere yığıldığı anı, sonrasını hatırlamıyordu. Yalnızca yüzüne boca edilen sudan sonrasını hatırlıyor, öncesindeyse o kadınla göz göze geldiği anı hatırlıyordu. Ona ne olduğunu sorsalar yaşadığı duyguyu tarif edemezdi. Bu yüzden bu durumu kimseye anlatmamayı tercih etmek gibi bir karar aldı. Sonra insanlar bu hissettiği arzu ve tutku yüzünden hem de bir hayli acayip bir istek yüzünden kriz geçirdiğini duysalar ne derlerdi acaba? Tahmin edebiliyordu. Hastaneye gitmesi gerektiğini söyleyeceklerdi. Belki bir hastalığı olabileceğini, testlere, cihazlara girmesi gerektiğini, o da olmadı bir psikologla görüşmesi gerektiğini söyleyeceklerdi. Farklı bir fikri olabilir dediği kimse yoktu hayatında.

Hayatında farklı bir fikri vardır diyebileceği insanlar isterdi elbette. Bunun için zaman zaman uğraşırdı da. Genellikle ketum biri olduğu için çok fazla insanlarla gereksiz muhabbetlere girmez, hatta onunla muhabbete girmeye çalışan insanları da tepkileriyle bunu denediklerine pişman ederdi. Yüzündeki gülümseme başkaları için de bir lanetti, çünkü insanları muhabbete davet ediyordu belki de. İnsanlar bu düştükleri durum neticesinde o kadar kötü hissediyorlardı ki, aralarına bir mesafe girdiğinde ya da onun duymayacağını düşündükleri bir sırada ona türlü küfürler edebiliyorlardı. O, bunları duymasına rağmen yüzündeki gülümsemeyi düşürmüyor, küfürlere ve aşağılamalara aldırmıyordu. Sözlerden etkilenen biri değildi. Yalnızca hisler… Duygular onu çıldırtıyordu. Bir çırpıda insanların duygularını yüz ifadelerinden, beden hareketlerinden okuyor, onlara hayranlıkla bakmaya, duyguların verdiği hareket ve ifadeleri incelemeye başlıyordu. Bazen mecburiyetten, bazense çevresindeki insanların tek tip olmasından sıkıldığı için insanlarla muhabbet etmeye çalışıyor, onlarla bir yakınlık kurmaya çalışıyordu. Bu nadiren işe yarıyor, insanlarla bir nebze yakınlık kuruyordu. Fakat daha sonrasında bu kurulmuş olan yakınlığa yeterince özen göstermediği için sıcaklık yavaş yavaş kayboluyor, bu insanlar hiç tanımadığı insanlara dönüşüyordu.

İnsan ne zordu onun için. Bir yakınlık kurabilmek, sıcak bir duyguyu paylaşabilmek için ne kadar çok çabalaması gerekiyordu. Bunun böyle olmaması gerektiğini hissediyordu. Daha önceden böyle değildi çünkü. Çocukken, lisedeyken iyi arkadaşları olmuştu aslında. Her şeyi paylaşabildiği, aslında her şeyi denemez, çünkü onların da kendisini belli noktalarda yargılayacaklarını bildiğinden çoğu şeyi demek daha doğru olacaktır. Çoğu şeyi paylaşabildiği bir sürü insan vardı etrafında. Onlar da o zamanlarda kendisine farklı fikirlerden sunulmuş demetler vermezdi fakat sanıyorum o zamanlar bu onun çok da umrunda değildi.

Yalnız kalmak canını acıtıyordu, fiziksel olarak değil, ruhen yalnız olmak onu delirtiyordu. Ama kendisi gibi olan herkesin ruhen yalnız olduğunu da adı gibi biliyordu. Yalnızca emin olamadığı bir kesim vardı, inananlar… İnananların ruhen yalnız olup olmadığını bilemiyordu. Bu herhangi bir dine bağlı olanlar değil yalnızca, bir futbol takımı, bir araba sevdası, inandığı, yani gönlünde putlaştırabildiği ne varsa insanın, ona bağlananları anlayamıyordu. Onların da kendisiyle aynı ruhani yalnızlığı hissettiklerinden emin olamıyordu. Bu yüzden belki onları kıskanıyordu. Ne hissettiklerini bilemediğinden dolayı onlara inanılmaz ilgi duyuyordu.

İnsanların arasından sıyrılıp yürüdüğü caddede boylu boyunca ilerlemişti. Aklında az önce yaşadığı şeylerden başka bir şey yoktu. Bir yandan rezil olduğunu düşünüyor, bir yandan da duyduğu hazzın keyfini hala iliklerine kadar hissediyordu. Vücudunda hormonal bir bayram yaşanmıştı. Tahminine göre insanların uyuşturucu aldığında hissettiği hazza benzer bir haz duyuyor olmalıydı. Bu bilgilere yine bütün gün evde pineklediği bir gün izlediği belgesel vasıtasıyla erişmiş, daha önce hiç uyuşturucu kullanmamıştı. Bu yüzden tam olarak bu hisse benzeyip benzemediği konusunda kesin bir karara varamıyordu. Ama bunu bilmek için uyuşturucu kullanacak da değildi. Kendini kontrol etme mekanizması ilk defa yenik düşmüştü az önce. Bunun için içten içe kendine de kızıyordu. Caddenin sonuna geldiğinde devam edebileceği bir yaya yolu kalmamıştı. Devamında yalnızca araçlar için devam edilebilecek bir yol, bir karşıdan karşıya geçmek için idareten yerleştirilmiş derme çatma bir üst geçit, bir de metroya gitmek için kullanılan bir tünel vardı. Aslında aklındakilerden kendini alamadığı için ayakları onu buraya sürüklemişti. Gideceği yere bu yollardan hiçbiriyle gidilemiyordu.

Ofise girdiğinde herkesin gözü üzerindeydi. Fiziksel özellikleriyle tam bir amir gibi görünen hafif kilolu ve kısa boylu adamın her zamanki gibi kravatı iki yakasını bir araya getiremiyordu. Bu durumda ince bir komiklik olduğunu her zaman seziyordu fakat adamın ciddi yapısı ne bunu anlayabilecek bir his veriyordu ne de onun bu adamla bu tarz muhabbetleri kaldırabilecek bir samimiyeti vardı. Bu adamın adını hiç kendisi sormamıştı. Her zaman kendisine Rıza bey diye hitap edildiği için gıyabında ismini öğrenmiş o da bu şekilde hitap etmeye başlamıştı. Halbuki her gün saatlerce uğraşıp yazdığı raporları götürdüğünde kağıdın altındaki raporu onaylayan sorumlu müdürün adı Rıza değildi. Bu işe girdiğinden beri bir defa olsun hiçbir şeyi sorgulamamış olduğundan bunu da irdelemedi. Belki adam başka birinin yerine bakıyordu ya da kağıt üzerindeki ismi ile normalde kullandığı isim farklıydı. Bunun önemi yoktu. Günlük olarak üzerine düşeni yapıp, saat 5 oldu mu iş yerinden çıkıveriyordu. Rıza bey onu hiçbir özel konuda rahatsız etmemiş, hiç mesaiye kalması için teklifte bulunmamıştı. Bu sabah yüzündeki ifadenin her zamankinden farklı olmasından dolayı herkes ona gayriihtiyari bakmıştı aslında. Gözlerinin altı mosmor, bembeyaz bir surat, saçları dağınık, gömleğinin yakası bağrı açık, hafif de ıslanmıştı. Mavi gömleğinden su izi net bir şekilde ton farkı ile anlaşılabiliyordu. Yine de kimse ona ne olduğunu sormaya yeltenmedi. Daha önce bu insanlarla hiç konuşmaya kalkışmamıştı. Onlar da bu sessizliği bozma niyetinde değillerdi. Hiçbir şekilde birbirleri ile iletişimleri yok değildi. Arada bir yemek molasına çıktıklarında yanlarında durduğu, birlikte yemek yemişlikleri, çay içmişlikleri elbette vardı. Fakat bu sessizlik onun bir karakteristik özelliğiymiş gibi herkes kabullenmişti, bu zamana kadar ona ne bir soru sormuşlardı, ne de herhangi bir muhabbet açmaya çalışmışlardı.

Rıza bey işe geç kalmış bir personele ne söylenirse onları söyledi. O da ne olduğunu sorgulamadı, üstünün başının halinden hiç bahsetmedi. Yalnızca eliyle, kravatını işaret edip, saçını başını gösterip birkaç anlamsız mimik yaptı. Mesaj alınmıştı.

Masasına oturduğunda uzun zamandır hiç kapatmadığı bilgisayarı bu duruma isyan eder gibi sağ eline bunaltıcı bir sıcaklık üflüyordu. Buna rağmen bilgisayarın kapağını kaldırıp işine devam etmeye karar verdi. Aslında o anda bir karar verecek durumda değildi. Her zaman yaptıklarını tekrarlıyordu. Yapmakta olduğu işin mekanikliğinden midir bilinmez, yüzünde herhangi bir mimiğin yeri değişmiyor, kaşı gözü oynamadan yazılar yazmaya, birkaç programdan kodlar üretmeye devam ediyordu. Kalın gözlüğünü masanın yanından alıp maviye çalan camlarıyla gözlerini diğer iş arkadaşlarından gizlercesine ekrana bakmaya devam etti. Burada ne kadar kalmış olduğunu o gün kestiremedi. Saat 5’i epey geçmiş, yemek yememiş, su içmemiş, dışarı çıkmamış, sigara içmemişti. Herkes çıktıktan sonra gelen hizmetlinin dertli türkülerini kulağındaki kulaklığın cızırtısı bir anlığına dindiğinde fark edip kulaklığını çıkarıp etrafa göz gezdirmesiyle fark etti.

Kimsenin görmediği görse de fark etmediği bu adam ona ilginç görünmüştü. O zamana kadar kendisinin de fark ettiği söylenemezdi. Belki de bu adamı daha önce hiç görmemişti, bilemiyordu. Adam yanında sürüklediği kovadan ıslak paspası çıkarıp sıkmadan yere vuruyor, sularla birlikte ileri geri götürüp ofisteki holü adeta bir göle çeviriyordu. Bu iş yapma şeklini kimseye danışmamış olduğu belliydi. Holdeki seramik yüzeyden odalara sızan su bazı parkeleri hafiften kaldırmıştı fakat bu adamın dikkatine mazhar olacak kadar değerli bir şey değildi. Sonra yerdeki suyu paspasla çekerek, bir yandan da suyunu yanındaki kovada sıktırarak gölü kuruttu. Aynı şeyi odalar için yapmıyor, sadece kuruya yakın bir paspasla çok da özenmeden silip geçiyordu. Masada oturan biri olduğunu fark ettiğinde şaşkın bir yüz ifadesiyle kalakaldı. “Ben sizi çok merak ediyordum.” Dedi. Adamın bu anlamsız olduğunu düşündüğü repliği karşısında ne diyeceğini bilemediğinden, şaşırdığını belli eden, neden arayan bir yüz ifadesiyle değiştirdi yüzündeki lanetli gülümsemeyi. Adam açıklama yapmak mecburiyetinde kaldığı için pek mutlu görünmüyordu. Hatta belki de içinden keşke tutsaydım şu bok yiyesice ağzımı de, şimdi bunu açıklamak zorunda kalmasaydım diye düşünüyordu. Bu cüretkar replikten sonra ağzı diline dolanarak, “Bitkiler…” dedi. “Masadaki bitkiler çok güzel, ben küçükken çiçek sergisi açardık anamla, sonra böyle bitkiler falan getirtmeye başladık, ondan. Ondan merak ediyordum sizi.” Bu açıklamadan sonra hizmetli adamla bitkiler üzerine epey konuştular. Masadaki renk renk, çeşit çeşit orkidelerin bakımlarından, kaktüslerin büyüme şekillerinden, bol çiçekli dua çiçeğinden konuştular. Adamın merak etmesi gayet doğaldı, çünkü iş yerindeki o minimalist hava, onun masasına gelince bir anda bozuluyordu. Her yanda yapışkanlı, birbirine iğnelenmiş, tutturulmuş kağıtlar, birkaç tane açık kitap, önündeki hiç kapanmayan defterle birlikte bunların etrafını sarıp sarmalayan bitkiler, iş arkadaşlarının onu görmekte zorlanacağı yarı saydam bir mekan yaratıyordu. Adamın bitkilere olan merakı onu neşelendirmişti aslında. Bu yüzden bu konuşmayı devam ettirebilmiş, hiçbir soğuk tavır sergilememişti adama karşı. Hizmetli adamın adının Necdet olduğunu öğrendi muhabbetlerinin sonlarına doğru. Ne yazık. Adamı görmeyince üç beş gün içerisinde unutacağı bir isimdi bu.

Evine gittiğinde saat çok geç değildi. Babaannesinin ölümünden sonra aile içerisinde paylaşılan eşyalardan biri de onun evine gelmişti. En az seksen yıllık el yapımı bir berjer salonun ortasında heykel gibi duruyordu. Minderleri samanla dolu bu koltuk ona muazzam bir rahatlık veriyordu. O akşam başka akşamlarda yaptığı hiçbir şeyi yapmadı. Ne televizyonun düğmesine dokundu, ne çay demledi, ne de bir şey yiyip içti. Vakit su gibi geçti, gece de hiç uyumadı. Sabah geçirdiği nöbeti düşünüyor, o hissettiği tutkunun boyutlarını kavramaya çalışıyordu. Aklından binlerce düşünce geçiyor, bazılarını düşünmekte olduğu konunun bağlamından uzak olduğu gerekçesiyle ‘siktir’ ediyordu. Bu düşünce harbiyle meşgul olduğu uzun vakit boyunca dikkatini dağıtacak hiçbir şeye izin vermemişti. Ama artık başına ağrılar girmeye başlamıştı. Orta sehpa üzerinde duran telefonunu saate bakmak için eline aldı. Tüm bildirimleri hızlıca kapatıp yarın da Rıza Bey’in rutin konuşmasına denk gelmemek için yatıp uyuması gerektiğine karar vermişti. Sabaha karşı 5 olmuştu saat. Uyumak için yalnızca iki buçuk saati vardı.

Düşünceleriyle boğuştuğu sırada çocukluğundan itibaren insan düşünceleri, şu zamana kadar tanıdığı insanların fikirleri, varsa hastalıklarının vücutlarına hatta oradan ruhlarına etkileri, renkleri algılama biçimleri, konuşma düzlemlerinin verdiği hissiyat, kutsallarının önemi ve değeri, sevmek, nefret etmek, tiksinmek, öfke, korku gibi duyguların insanların ruh halleri üzerine yansımaları gibi birçok konu üzerinde durdu. Bunları anlamanın bir yolu olmalıydı. Olsun istiyordu. Bunu delicesine, ölürcesine istiyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir