Mehmet’in Yüreğinde Yalnızca Cesaret Yoktu

Yirmi ikinci günde şafak vaktinde

Bir küf kokusu içinde ve beyninde

Bir adam ağlıyor, bir kadın bağrıyor

Ağlama ki öyle demirden dövercesine

Bir bağırmak ki çığa benziyor

 

Bağrı yanık bir karpuz satıcısından

Bir çare istiyor, hocam saydım seni

Beni oku, üfle diyor.

 

Ağrıyor havaları, sis kokuyor üzeri

Nemden ciğerleri yapışmış birbirine

Bir köpek avluda bir uğultu ki uluyor

Dağların her taşında yankıları çağlıyor.

 

Saçları yanık hacı nine

Bir çare diyor, hocam saydım seni

Beni oku, üfle diyor.

 

Şeyh Galip’in çocukları bunlar

Felsefeden de anlıyorlar, ruhtan da

Ama bir kolej mezunu züppe profesörden

Nasihat dinliyorlar gebe halleriyle

Konu komşu ne der sonra

 

Tepeden ayağa pespaye bir dilenciden

Bir çare istiyor, hocam saydım seni

Beni oku, üfle diyor.

 

Daha da gelmez bu hava bu diyara

Zaten bir kuraklıktı ki ne iz bıraktı ne yol

Küfü yeşilden aldı da dağlara kaldırdı

Hatice öldü o dağlarda

 

Dağlardan taşlardan, her bir karıncadan

Bir çare ne olur, hocam saydım sizi

Beni okuyun, üfleyin ne olur.

 

Sabi sübyan, o dağ senin bu ova ötekinin

Kulak kesilip şehrin ağalarına

Kimseye göz açtırmamacasına

Vuracak o küf kokusu içinde

Bir şafak vaktinde

 

Denizden ve dahi bütün dehlizlerden

kimden olursa olsun, ne olur

bir çare, 

dünyada ne varsa var diye bildiğim

hocam saydım hepsini

Beni okuyun, üfleyin.

 

Bir karpuz kesti üzerinde kanlı sofranın

Profesörler okudu ruhuna, üflediler de 

Oysa bir köyün hocasının hayır duasıyla

Yirmi iki yıl oldu hala ayakta.

 

Yaygaraya Mahal Yok

 

Zil zurna sarhoş yine yirmi iki saat oldu

Belli belirsiz bir karışımdan demlenip

Dile gelmeyen sözleri arayıp zihninde

Bir felaket gibi aradı, buldu, buluşturdu

Beynindeki işleyişe dair her bir zerreyle

Hakkını istedi on beş yıllık dostundan

Zil zurna sarhoş yine yirmi iki saat yirmi iki dakika

Bunamaktan da korktu üstelik sersefil bir apartmanın

Zemin demeye bin şahit ister katında

Bir felaket gibi çöktü üstüne kel bir kapıcı

Hiçbir dakikasını istediği gibi yaşayamadığı şu hayattan

Alacaklı gibiydi her zerresiyle aşkından

Zil zurna sarhoş yine on beş yıl oldu bugün

Şinval’de bir kayıp çocuktu evinden uzakta

Hala aynı belki bugün de yarın da

Hakkını istedi, ki haklıydı istemekte

Bunamaktan da korktu üstelik çok zaman olduğundan

Sığındı her yanı simsiyah parçalanmış camlarla bezeli

Evi bildiği zamane beton yığınına,

Zil zurna sarhoştu çok zaman olmuştu çok

Artık durmalı diye zaman

Hıçkırıklarla geçti bu dünyadan,

Bir felaket gibi geçti, hem de hiç uyanmadan.

Alelade Bir Günün Akşamüstü

 

Silindikçe yazdığı hikayeler, kükrüyordu üzerine gelen düşüncelere, kaçırmaya çalışıyordu. Beyhude…

Bazen kağıtlara yazıyordu. Kaçtıklarından yazarak kurtulmaya çalışıyordu. Sanki bütün o düşünceleri ve anılarını kağıtlara döktüğünde onları o iki milimlik üç boyutlu demeye bin şahit ister nesnenin içine hapsetmiş gibi hissediyordu. Üçüncü şahıstan çıkmaya, kağıtların yüzünü yırtarak şahlanmaya, kas ve ete bürünerek kendi imkanlarıyla doğmaya çalışan bir tür savaşçı figürlere dönüşüyordu yazdıkları. Böyle zamanlarda ateş yakmaktan başka çaresi kalmıyordu. Büyük bir ateş sayılmazdı yaktığı, fakat yazdıklarını, kurtulmaya çalıştıklarını tutuşturabilsin yeterdi.

Her zamanki gibi bir günün akşamıydı, güneş batmış, işçiler evlerine dönmekteydi. Bunları bu saatte olan trafiğin birlikte getirdiği egzoz dumanlarıyla birlikte yükselen çığlıklara benzeyen kornalardan anlardı. Yüksek bir anıt mezardaydı sanki, ama evindeydi. Gün ışığının çokluğu mezarını ıssızlaştırıyor, seslerin dindiği sıralarda sıvası dökülmeye yüz tutmuş duvarlara bakıp düşünmekle geçirmeye başlıyordu geceyi. Uzun zamanlar geçirdi böyle, bir yere de varacağı yoktu belli ki. Düşünceleri buharlaşıyor, evinin duvarlarını ıslatıyor, ıslanan duvarlardan sıvalar düşmek için yalvarır gibi sesler çıkarıyordu.

Kapı çalındığı sırada odanın halısız yüzeyinde uzanmış, bir karıncanın yuvasına giden yolunu takip ediyordu. Karınca parkelerin arasından bir deliğe girip sıvışmışken zilin ısrarına dayanamayıp ayaklandı. Yarı çıplak vaziyette kapıyı açması abes kaçacağından sırtına koltukta epey uzun zamandır bekleyen siyah bir fanilayı geçirip kapıya yöneldi. Önündeki koridorun birkaç metresi onu zayıflatıyor, sanki kilometreler gibi uzuyordu. Yürüdü, kapıya vardığında bir klasik müzik bestesinin en can alıcı yerinden bir parçayı elektronik bir devreye hapsetmiş kutu tekrardan cırlamaya başladı. Patlama geliyorum manasına gelen bir şey fısıldadıysa da kapıdakinin bunu duymamasına belli belirsiz bir özen gösterdi.

Kapıyı açıp karşısında yönetici Sinem hanımla karşı karşıya kaldığında yüzünde bir şaşkınlık vardı. Sinem hanım çok önemli bir şey olmadığı sürece gördüğü bir insan değildi. Buraya taşındığı üç yıl içerisinde onu yalnızca birkaç kez görmüş olması bu düşünceye varmasına bir sebepti. Kapıda bekleyen kadın bir yandan elinde bir yangın tüpünü tutup sallıyor, bir yandan da karşıdaki komşuyla konuşuyordu. Sabırla bekledi kadının konuşmasını bitirmesini. Madem onunla konuşacaktın neden benim kapımı çaldın diye geçirdi içinden. Meraklı gözlerle kadına bakmaya devam etti. Kadın Zihni deyince ismine yabancılaşmış, ilkel bir ses çıkarmıştı. Sonradan yaptığı hatanın farkına vararak, efendim diye düzeltti çıkardığı sesin manasını. Sinem hanım apartmanda ilaçlama olacağını söylüyor, karıncaların her yanı sardığından bahsediyordu. Bu konuyla ilgili detaylı bilgiler veriyor, yapılacak ödemenin aidatlara etkisinden bahsediyordu. Zihni birkaç olumlama ve onay kelimesi sarf ettikten sonra kadın konuşmasını bitirip görüşürüz diyerek üst kata doğru merdivenleri çıkmaya başladı. Bu konuşmadan hemen sonra kapıyı kapatması gerekirdi, ama yapamadı. Gözü yerde inci gibi parlayan küçücük kırmızı bir şeye takıldı. Dört, beş saniyede sönen otomatik lamba söndüğünde kayboldu küçük inci. Umarsız bir el hareketiyle yeniden yaktı lambayı. Yerdeki parlayan cisme daha da yaklaşabilmek için yere doğru eğildi.

Adı Yok Olan Putun Dizginleyemediği Zihni

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yok dedi bir kere ve sendeledi
Yok olan her şeyin hatrına ve hürmetine
Mavi gözlerinden beliren okyanus akıntısının
Katran karası yüzü suyu hürmetine
Zemin sağlamdı oysa kendisi kadardı
Hassastı, ürkekti, düşmelere karşıydı
Bir kız çocuğunun ürkekliği belirdi üstünde
Ben diye belirdi ve sendeledi
Ben olan her şeyin katran karası
Yüzünden düşen bin parçanın her bir zerresi üzerine
Bir tef çalınıyordu uzaktan
Savaş çığlıkları yakıyor karanlığı
Bir balta giriyordu ormanına
Ağaç kesmek de değildi amacı
Baltanın sahibi birden çoğaldı
Bilge dağının yedi eri girdi mabedine
Onlar da hassastı üstelik
Ürkekti, düşmelere karşı dayanıklı, altın varaklı
Miğferinin altındaki
Mavi gözlerinden beliren gökyüzü akıntısının
Matem sarısı yüzü suyu hürmetine
Yok diye belirdi miğferin altından dili
Yok dedi,
Adın yok, sen yoksun, kerametin yok.
Sen dedi, sendeledi
Sen olan her şeyin yüzü suyu hürmetine