Tanrı Gözü – Bölüm 1 “Görmekten Öncesi” 2

Bu düşüncelerle geçirdiği kocaman bir hafta yaptığı hiçbir işten verim alamadı. Ne kendisi için tatmin edici bir vakit geçirmişti ne de iş yerindeki patronu için. Sürekli düşündüğü, düşünerek daha da içinden çıkılmaz bir hal alan bu konu onu çıldırtacak kadar meşgul ediyordu. Artık yaşamsal faaliyetlerini devam ettirebilecek ihtiyaçlarını dahi bedensel bir belirti onu ele geçirince fark edebiliyordu. Yemek yemek gözleri kararınca aklına geliyordu örneğin, ya da su içmek boğaz kuruluğundan öksürük nöbetlerine tutulduğunda aklına geliyordu. O hafta onlarca, hatta yüzlerce fikir düşündü. Bunların hepsi başka birinin düşüncelerini, duygularını, hislerini nasıl anlayabileceğine, algılayabileceğine, öğrenebileceğine yönelikti. Aklına gelen fikirlerin çoğunluğu milyonlarca dolar harcanması gereken uçarı fikirlerdi. Düşünceleri arasında daha düşük bütçeli fikirler de vardı elbette fakat bunlar insanların sözcük dağarcığıyla, yaşadıkları olayları ve düşüncelerini insanların algılama biçimine uygun olarak açıkladıkları üstünkörü anket benzeri fikirlerdi. Bunları gerçekleştireceğine hiç düşünmemiş olmasını bile yeğlerdi. Uçarı fikirlerine bütçe sağlamak için bankada yıllardır biriktirmiş olduğu parasına göz attı hafta başına yaklaşırken. Bankada tam tamına iki milyon lirası vardı. Dahası babası öldükten sonra miras olarak bıraktığı memleketinde iki daire ve birkaç küçük imara açılmamış arsa vardı. Tüm bunları satıp bu düşündüğü fikirlerden birini gerçekleştirmek için harcasa bile bu isteğinin ahlaki olup olmadığına dair belirgin bir fikri yoktu. Ahlaki olmasa bile bu işi el altından yapabileceği en azından belli bir yol kat edebileceği finansal gücü olduğunu düşünüyordu. Tüm bu sorulara cevap alabilmek adına avukat bir arkadaşı ile güç bela iletişim kurabilmiş, hafta içi buluşmak için sözleşmişti.

Uzun yıllar sonra ilk defa başka bir niyetle evinden çıkmıştı. Bu sefer yollar kendisini tanıdık bir yüzle karşılaşmanın dinginliği ile karşılamıyor, onu bin türlü yaşanmamışlıkların, zorlu tekinsiz yılların, adi arkadaşlıkların, üzüntülerin, huzursuzlukların anavatanı olan memleketine götürüyordu. Çocukluk yıllarında çıktığı bu insafsız yere tekrar gitmek onun için büyük bir adımdı, zor olandı. Yine de bu yolculuk onun hayatını değiştirebilecek nitelikte büyük bir adımdı. Belki orada tüm bu yaşadığı ya da yaşayamadığı günlerin, duyguların, hislerin intikamını alacak kişiler ya da nesneler bulacaktı. Ya da bayat bir yüzleşmeyle karşı karşıya kalacaktı. Ne yaşayacağına dair hiçbir fikri olmamasına karşın, rotasını biliyordu. Yapıp edeceklerini notlar halinde planlamış, üç günlük bu geziyi kendisi için bir milat bilmişti. Yaptıklarının yanında kendiliğinden gelişecek her türlü duruma da hazırlıklı olduğunu hissediyordu. Yine de içinde büyük bir huzursuzluk olduğunu saklamıyordu, daha doğrusu saklayamıyordu. Bu yaşadığı tekinsizliğin ilk belirtilerini otogardayken geç kalan otobüsün muavinine göstermiş, koca adamı bir güzel paylamıştı. Adam da içinden “-herhalde deli!” diyerek alttan almıştı. Daha sonraki belirti bir dinlenme tesisinde yemek servisi yapan yirmili yaşlardaki güzel bir köylü kızına davranışlarında vücut bulmuştu. Alelade huysuzluklar olduğunu düşünen genç kadın ona hiç cevap vermeden masayı silmeye devam etmiş, yemeğini bırakmış, köşesine çekilmişti.

Bu dağlar, bu otoyolun kabus gibi tam ortasına çökmüş olduğu köyler, bu tek tük ağaçların piç gibi kaldığı çorak kahverengi topraklar her zaman böyle mi görünüyordu diye düşünüyordu yolculuğun sonuna yaklaşırken. Teknolojinin nimetleri de bu sıralarda kendisini yalnız bırakmıştı elli kişilik bu metal yığınının içinde, elli birbirine benzemez insan ile. Başının üzerinde duran raftaki küçük çantasından bir defter çıkarıp bir şeyler karalamaya başlamıştı otobüsün arka tarafından gelen üç beş bebek bağırtısı içinde. Ara ara diğer yolcularla birlikte bir memnuniyetsizlik türküsüne ahlar, oflar içinde o da eşlik ediyordu. Sanki daha önce hiç yaşamamış olduğu bu şehre gitmek onun içinde müthiş bir güvensizlik oluşturuyordu. İndiği zaman onu almaya gelecek kimse yoktu. İnince gideceği kimse yoktu. Akranları, akrabaları, arkadaşları yoktu. Belki yoktu demek makul değildi fakat varlığı oluşturan vücut değilse eğer, onlara var demek fazla iyimserlik gibi görünecekti.

Daha önce illa ki bir filozof bunu düşünmüştür, adını da elbette koymuştur diye düşündüğü bir ton düşüncesi arasında bir de varlık kavramı vardı ki onu en çok meşgul eden düşüncelerden biriydi epeyce bir süre. Ona göre bu kavramın vücutla, fiziksel olarak kapladığı bir alanla bir ilgisi yoktu. Varlık yalnızca insan zihni içerisinde onunla iletişimde olabilen nesnelerle ilgiliydi. Yani bir arkadaşının, akrabasının ya da bir gitar sehpasının, kendisi için var olabilmesi yalnızca onunla zihinsel olarak iletişim kurabilmesi münasebetiyle olabilirdi. Özdeşlik kurmakla uzaktan yakından bir ilgisi olmayan bu varlık müessesesi onun için yalnızca kendisinin var olduğunu kesin bir biçimde kanıtlaması şeklinde vücut bulamıyordu. Bir kişi kendisine yakınlık gösterip onunla dertlerini ya da sevinçlerini yahut daha derin olarak nitelendirilebilecek hayat felsefesini, tecrübelerini paylaşması o kişiyi onun zihninde var etmiyordu. Çoğunlukla bir roman karakterini, kendisinin düşündüğü görsel bir nesneyi daha varlık olarak kabul edebiliyordu. Var kabul edebilmek için onu olduğu gibi kabul etmek, onu içselleştirmek onun için yeterli değildi. Daha sonra bu varlığı düşünce zemininde değerlendirebilecek kadar değerli görmesi, onun bazı yönlerini eleştirebilmesi, belki onu düşünce dünyasında düzeltebilmesi isteğini de uyandırıyor olması gerekiyordu.

Geleceğini annesine, arkadaşlarına ya da herhangi bir akrabasına haber vermemişti. Bunu üstün bir tavırla kararlaştırmamıştı. Öylesine, kolaylıkla yapmıştı. Zaten hiçbiri onun için tam olarak var değildi. İndiği zaman havanın kalitesinden anlamıştı nereye geldiğini. Hafif, kuru, serin bir havaydı. Yol kenarlarında herhangi bir kurala bağlı kalınmamış, rastgele yerleştirilmiş ağaçlar vardı, ki bazılarının kökleri zaman içinde o yolları bozabilecek, belediye çalışanlarına fazladan iş çıkarabilecek ağaçlardı. Ama zaten bunu düşünmüş olabilmeleri ihtimaline pek olanak vermiyordu. Park ve bahçeler müdürlüğüne atanmış bir kuzen ya da belediye reisinin oradan buradan tanıdığı herhangi bir adamın bunlarla ilgilenmediği gibi, onun bu işe atadığı personeli de bu işlerden anlamıyordu ona göre. Anlaması da gerekmiyordu. Küçük yerlerde işler böyle yürürdü. Öylece bir süre yürüdü. Yanında pek fazla eşyası olmadığından yürümek büyük bir yorgunluğu doğurmuyordu. Şehrin girişindeki küçük bir otele girip oda sordu. Fiyatı beğenmemiş olacaktı ki oradan çıkıp hemen karşısındaki daha az süslü ama daha derli toplu başka bir otele gitti. Fiyatı hiç sormadan anahtarı alıp odasına yerleşti. Onu diğer otelden vazgeçiren fiyat değildi esasında. Giriş kapısının iki yanında duran devasa yeniçeri heykellerinin ucubeliğinden dolayı girdiği anda buradan nasıl kaçarım diye düşünmüştü. Girmiş bulunduğu için de mecburen beğenmeyeceği bir kalem aradı. Bu da en basitinden fiyat olabilirdi.

Otelden çıktığında öğleden sonra saat ikiyi vuruyordu. Bu şehirde on dakikalık yürüme ile her yere ulaşılabilirdi, öyle hatırlıyordu. Çocukken bu mesafeler ona ne kadar da uzak geliyordu, oysa şimdi vücudu büyük olduğundan mıdır yoksa mesafe kavramı yaşadığı o kocaman şehirden dolayı tamamen değiştiğinden midir bilinmez ona bir çırpıda yürüyerek aşılabilecek kısa gezintiler olarak geliyordu. Yaklaşık on iki dakika sonra uzaktan görmesi gereken belediye binasının yerinde kocaman bir boşluk vardı. Küçük şehir işgüzarlığı yine yapmıştı yapacağını. Bu boşluk şehrin tüm çocuklarını bağrına basabilecek devasa bir park alanı ile değerlendirilmiş gibi görünüyordu. Fakat parkta oynayan üç beş çingene kılıklı veletten başka kimsecikler yoktu. Az ileride parkın giriş kapısının hemen önündeki otobüs durağında duran yaşlıca bir adama belediye binasının nerede olduğunu sordu. Adam “-Ohooo, yeğenim, taşındı o, çok oldu. Buraya da bak ne güzel park yaptı belediyemiz, şehrimiz büyüyor, genişliyor!” diyerek sevine sevine yapılan işleri anlatmaya başladı. Bir süre sonra ilgisiz bir çift gözün kendisini dikkatle dinlemediğinin farkına varmış olacak ki baştaki sorunun cevabını kestirmeden verdi. Belediye binasının bu sefer yarım saat yürüme mesafesindeki bir yere taşındığını öğrendi. Yürümek için mecali kalmamış değildi, fakat yine de fazlaca vakit kaybetmemek için, notlarındaki planlarına uyabilmek adına bir taksiye atlayıp belediye binasına gitti. Sırasıyla tapu, imar, şehir planlama bölümlerine uğrayıp, babadan kalma arsaların yerlerini ve tapu örneklerini toplayıp çıktı.

Yeni belediye binası gereksiz bir lüksten muzdaripti. Giriş holünde büyük bir boşluk yaklaşık yedi kat yüksekliğinde galeri boşluğu vardı. Bu boşluk güvenlik görevlilerinin gelen geçeni buyur ettikleri yer olarak değerlendirilmek zorunda kalındığı için en ücra odadan bile konuşulanların duyulabileceği devasa bir megafon gibi sesleri büyütüyor, büyütüyordu. Güvenlikteki genç kadının kafasını kaldırıp yukarı bakışından sık sık sesten dolayı amirlerinden azar yedikleri anlaşılıyordu. Beton dokulu bankosu, duvarlardaki işlemeli seramik kaplamalar, aydınlatmalar…

Bu kadar uzun süredir tanıdık bir simaya rastlamamış olması onu şaşırtmıştı. Her ne kadar bu şehre uzun zamandır uğramamış olsa da burası en nihayetinde herkesin neredeyse birbirini tanıdığı bir şehirdi. İnsanların sima olarak değişmediklerini düşünüyordu. İllaki okuldan, dershaneden, mahalleden tanıdık birini görebileceğini düşünmüştü oysa. Yine de yürüdüğü o on iki dakikalık mesafede birçok insanın yolda birbirine selam verdiğini görmüş, hatta sarılıp, öpüşüp muhabbete dalanlara bile tanık olmuştu. Şehrin alışverişinin döndüğü çarşı denen muhite yine belediye binasının önünden bindiği bir taksiyle birkaç dakika içinde ulaştı. Birkaç emlakçıdan içeri girip, elindeki kağıtları gösterip piyasa araştırması yaptı. Ev ve arsalar için en yüksek rakam olarak dört buçuk milyon öneren bir emlakçı buldu, dahasını da aramadı. Babadan kalma evlerin halini görmek için evlerin bulunduğu apartmana doğru yürümeye başladı. Bu evlerin metruk bir havası olduğunu düşünüyordu. Annesi ve babası çok öncelerde, daha liseye yeni başladığı sıralarda ayrılmış olduğundan evlerde annesinin ya da akrabalarının bir hakkı yoktu. Apartmana ulaştığında dairelerin zillerini çaldı. Dairelerin birinden tanıdık bir yüz çıktı. Bu yüzü tanıdığına emindi fakat ismini, kim olduğunu bir türlü anımsayamıyordu. İnce bir girizgahla birlikte kendisini tanıttıktan sonra yüzün sahibinin teyzesinin kızı olduğunu öğrendi. Bu kızı en son altı ya da yedi yaşındayken görmüştü. İnanamadı, kız büyümüş, serpilmiş, kucağında bebeğiyle kadın olmuştu. Hala çocuk gibi görünüyordu fakat en azından on sekiz- on dokuz yaşında olmalıydı. Diğer dairenin akıbetini de tanışmış olduklarından ona soruverdi. Orada da babasının bir arkadaşının çocuğu kalıyordu. Uzun zamandır bu evlerde kaldıkları belli olan bu insanlar neredeyse babasının ölümünden sonra ona hiç kira ödememişlerdi. Ya da ödemişlerse bile kendisine bu para hiç ulaşmamıştı. Teyze kızına durumu anlatırken kız biraz telaşlanmış, sesini iyice yükseltmeye başlamıştı. “Yani, evlerin mülkiyeti benim üzerimde olduğundan dolayı, kirayı bana bir şekilde ulaştırmış olmalıydınız.” Diyerek kendisini açıklamaya çalıştıysa da genç kadına laf dinletemedi. Daha fazla rezillik çıkmadan “Neyse, ben evleri satacağım, haberiniz olsun. Zaten yasal olarak da sattıktan sonra taşınana kadar bir süre kalabilme izniniz var, kira falan dert değil, söylediğim gibi yeni bir iş kuracağım, o yüzden evleri satacağım.” Diyerek oradan uzaklaştı. Apartmandan çıkıp yürürken uzun uzun kendisine ait olanlara verdiği değerin niceliğini tartmaya başladı. Bu terazi hesabı acı bir telefon sesiyle bastırıldı tabi ki. Arayan annesiydi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir