Mehmet’in Yüreğinde Yalnızca Cesaret Yoktu

Yirmi ikinci günde şafak vaktinde

Bir küf kokusu içinde ve beyninde

Bir adam ağlıyor, bir kadın bağrıyor

Ağlama ki öyle demirden dövercesine

Bir bağırmak ki çığa benziyor

 

Bağrı yanık bir karpuz satıcısından

Bir çare istiyor, hocam saydım seni

Beni oku, üfle diyor.

 

Ağrıyor havaları, sis kokuyor üzeri

Nemden ciğerleri yapışmış birbirine

Bir köpek avluda bir uğultu ki uluyor

Dağların her taşında yankıları çağlıyor.

 

Saçları yanık hacı nine

Bir çare diyor, hocam saydım seni

Beni oku, üfle diyor.

 

Şeyh Galip’in çocukları bunlar

Felsefeden de anlıyorlar, ruhtan da

Ama bir kolej mezunu züppe profesörden

Nasihat dinliyorlar gebe halleriyle

Konu komşu ne der sonra

 

Tepeden ayağa pespaye bir dilenciden

Bir çare istiyor, hocam saydım seni

Beni oku, üfle diyor.

 

Daha da gelmez bu hava bu diyara

Zaten bir kuraklıktı ki ne iz bıraktı ne yol

Küfü yeşilden aldı da dağlara kaldırdı

Hatice öldü o dağlarda

 

Dağlardan taşlardan, her bir karıncadan

Bir çare ne olur, hocam saydım sizi

Beni okuyun, üfleyin ne olur.

 

Sabi sübyan, o dağ senin bu ova ötekinin

Kulak kesilip şehrin ağalarına

Kimseye göz açtırmamacasına

Vuracak o küf kokusu içinde

Bir şafak vaktinde

 

Denizden ve dahi bütün dehlizlerden

kimden olursa olsun, ne olur

bir çare, 

dünyada ne varsa var diye bildiğim

hocam saydım hepsini

Beni okuyun, üfleyin.

 

Bir karpuz kesti üzerinde kanlı sofranın

Profesörler okudu ruhuna, üflediler de 

Oysa bir köyün hocasının hayır duasıyla

Yirmi iki yıl oldu hala ayakta.

 

Ve Bir Daha Düştü Cemre

Bir oda hatta

bir değil

birden fazla ve hatta

birden çok fazla oda

ruhani liderlerin her biri

bir kapıda bekliyor

ve sen

yine düştün ağıma

bir ağ ki bu örümcek marifeti de değil

halatlardan örülmüş

düşenin canını yakan

bir daha iflah etmeyen bir ağ

ya rahat bir koltukta uyumak

ya da kuş tüyü bir yorgana sarılmak

ne kadar rahatlık varsa bu evin içinde

işte o kadar da bir çivi üzerinde yürümek var

var olanlar var olanların

yalnızlığına bir teminat olacak

ve sen

yine düştün ağıma

gözlerimin hemen önündeki

kirpiklerden örülme bir siyah bir ağ

zamane çocukları diyorum

zamane ruhları

bir dağ bu aşılması gereken

ama kimsenin de bir yandan

cesaret etmesini istemediğim

sağ salim aşılması gereken bu dağa

en tepesine gözlerimi diktim

onlar diyorum

onlar

zamane buğdayları ve tarlaları

şimdi onlar bir hasat zamanında

başıboş kargaların gagalarında

ki kenetlenmiş gagalar bir ağ marifetiyle

kara bahtımızın rahatına varmaya

ve bir daha düştü cemre

denize suya toprağa ve koltuğa

yahut bir kuş tüyü yorgana

muhtacım bir ana

bir değil

birden fazla ve hatta

birden çok fazla zamana

Fulya ve Zihni’nin Acemaşiran Makamında Kavgası Üzerine

Zihni bulanık bir göz ucu selamı

Fulyaysa derin bir serap uzun yolda

Anlamsız telefler tarlalarda ovalarda

Ruhani bir yankı dağları saran

Aslında neredeler ve hangi zamanda

İkisi birden şaşkın ve dilsiz

Yılları yılların alıp götürdüğü bu yolculuğun

İki yolcusu onlar hem de birbirlerinden

Laleler açmışsa yeni bir sabahta

Fulya değirmenden dönüyorsa

Zihni kahvehane köşelerinde pişpirikte

İşte bu zaman başlar bu evlere şenlik kavga

Bir kavga ki komalarından ayrı yağıyor

Üzgün bir ayazı birbiri üzerine eğliyor

Bir sürü çarpık çurpuk yolu devriye

deviriyor da bir put gibisinden kırılıyor

kuruyor ikisinin de ağzı

ulan bir sus be kadın

sen de adam mısın be

potpuri başlıyor evin içinde

uzaklardan da değil kökleri ama

Kırılmadık bir diz kapakları kalmış

Bir yani bir yani ki en kısa zamanda

zahirin yahut hakirin kulağı kapıda

kokuyor ağzı kapıdaki veledin

fulya susmuyor

zihni ölmüyor

ikisi de bir duruyor ki acemaşiran kavgaya

rükuda böyle huşuda değiller

secdesi zaten hak getire.

Bir İsim Dedi Rüyamda Tüm Mekanları Senden Bildim

Bilindik bütün kelimeleri sil, süpür

Yahut darmadağın bir odanın karanlığında

Tüm hatalarım zifir gözlerimde sürme

Desem de sür, uğrak mekanlarım senden geçer

Beni bu zehirden önce bir an da olsa bul

Mevzu sen diye görünse de sen değilsin sende olan

Bil diye söylediysem de düşün, özgürlük

Dedi bir bilge, çığırtkanlara selam et, düzgünlükten yani

Beni bu diyarlardan sen sür,

Desem de sürme, yanında kalayım diye, yalınlıktan

Yanlışlıkla olandan, aydınlık yarınlarda tutsak

Kaldıysak burada bir başımıza seninle ben,

Senden bilme, sen diye bildiğim dertlerimin sebebini

Eğri otur, doğru dur, omzunda binlerce ağırlık

Omurgan ne yapsın bunca tantanaya, memleket

Dağlık, darmadağınık bir köy İstanbul

En sevdiğin mekandan medet, bir dilek tut

Yarına ulaşamasak da, yarın olacak, yarın

Bizi kurtaracak, tek şey varsa eğer

Adı sen değil, senden bilme

Desem de kendinden bil, yarının adı, umut!

Duraklama Döneminde Duraklarda Bekledim

IMG_0997.JPG

Aylar oldu, hatta belki yıllar. Ben birikirim zannetmiştim, aslında sadece beklemişim. Arada bir beklemekle beklentiyle ilgili ağrılarım titreşiyor dizimde, yağmurdan diyorum, yağmurdan. Sözü yağmura vermek istiyorum.

Temmuz günleriydi, sıcak geçmiş yıllardan biri. Sokaklarda ortaokula yeni başlayacak veletler, bahçe duvarında topraktan pasta yapan kızlara hava olsun diye yüksekten konuşuyordu yeni aldıkları kramponları ve bekliyorlardı akşam eve dönecek babaları. İçlerinde babaları başka şehirlerde olanlar da vardı, onlar daha rahattı, herkes yokuştan inen arabaları görerek, tek tek koşuştururken evlerine, onlar son gelecek babayı bekliyordu sokağın yalnızlığını tatmak için. En çok onlar için yağardım o akşam vakitleri. Yalnızlıktan değil ıslaklıktan korksunlar da evlerine seğirtsinler diye.

Bazen öğlen yağardım tabi. Belli etmemeli çocuklara. Çünkü çocuklar çoğu şeyi anlardı o yaşlarda. Anlaşılmamak için epey çaba sarf ediyordum. Öğlenin sıcağında, maçın ortasında, pastaların süsleri yapılırken ansızın beliriyor, o küçük ağızlardan yediğim küfürlere aldırmadan çağlıyordum o minik şakaklarda. En küçük olanın ensesinden sırtına sızıyor, “Oğlum yağmur yağıyor lan!” sözlerine aldırmayan çocuklara inat olsun diye bir anda çöküyordum olduğum yere. Arada bir dua eder gibi bakışlarla karşılaştığımda maç bitene kadar erteleniyordum, ama er ya da geç hislerime hakim olamadan damlıyordum yoğrulduğum yere.

Bazı yıllar korkutuyordum da, sıfat ekliyordu bilim adamları ismimin önüne, “Bu sene hava kirliliği var, asit yağmurları geliyor, yağmurlu havalarda dışarılarda gezmemek gerekiyor.” diyordu haber bültenleri. Benim haberim yoktu ama bu mevzudan. Öylesine düşüyordum yer yüzüne.

Lafı fazla uzattı yağmur, şimdi sana dönelim.

Sen hangi okuldan gelmiştin? Hangisine yazıldın şimdi? Hangi servisi kullanıyorsun?

Sesin hala çınlıyor kulaklarımda, sahi sen nereden gelmiştin? Baban sürgün edilmişti değil mi? Antalya mıydı? Yoksa İzmir mi?

Bin Ağrıya Bir Ağıt

Kalksa da geçse şu üşüyen ateşin başına

İçimdeki sıkılgan ve bir o kadar doğurgan korku

Elini uzatsa da yaksa kendi canını

Acısını hissetsin diye o güzel ismin vücudu

O ki her dert onda, deva da uzakta değil

Ama uzak yakında, ardı ardında ve dağ başında

Bir korku ki her anda ve yakında

değilse de yaklaşmakta

Kalksa da geçse şu içime sinmeyen ateşin başına

İçimdeki şu utangaç ve bir o kadar haklı özlem

Ne olur diye yalvarsa, ne olur!

Yakma artık sık sık boğazıma giden ellerimi

eksi kırklarda dolaşırken sokakları

Yüzünü görmek için uzattığım yolları

Hayaliyle koşuşturduğum ırmak kenarlarını ve

komidinden devşirme sörf tahtamı

Yakma artık ne olur

İçimde büyüyen rüzgarları

Öldüyse şimdi, gerçekten öldüyse

Ne olacak şu yirmi yıllık körpe vücudu

Kalksa da geçse şu gözlerimi yeşerten ateşin başına

İçimdeki şu bakire ve bir o kadar şuh sevgi

Sulak yerde yetişmese de o devrimci otlar

Temizlemeye çalışırken mezarını beş liralık bahşişe

Somurtkan yüzlü arsız veletler

Ne verirsen abi uyanıklığıyla ismine sövecekler

Duymazdan geleceğim bense

Lanet olacak her içime çektiğim nefese

Çünkü hatıraydı korumak gereken bekaret değil

Kalksa da geçse şu öldüresiye dövülmüş ateşin başına

İçimdeki sağır ve bir o kadar geveze uyku

Sen diye dinmese bilinmez bir mekanın uğultusu

Yine de sen diye devrilmese o demirden putlar

İçinden geçtiği iki yanında aslan figürleriyle bir koridor

İkinci tekilden sıyrılsa da bilinse

Ayakların altından süzülen bir zeminle

Uğrak bir çıkmaz sokağa çıksa sen diye

Yani dese ki kalkıp boylu boyunca uzanan bir dilenci

İki yüzlü dilenci

Hissikablelvuku

Nereden sokuldu bu his koynuma

Ne bu cinnet kovuğu başımda

Vursa boynumu da uyansam, kahpe kabus, sorgu

Kalksa da geçse şu ateşten perişan ateşin başına

İçimdeki şu yüz bin tonluk küfür ve yargı

Salkım saçak yağmurların altında yağmalanan

Ahraz. Bir enkaz, bir saz, devasa bir bağnaz

Söndürse diline değmeyen bir nefesle

Dindirse kederi, dumanı tüten bir keşişle.

Elli Beşinde Seyyar Sakıp’ın Mahalle Eşrafından Zihni ile Söyleşisi

Ben sokakta limon satıcısı,

İyi para var dediler.

Seyyar bir araba ile giriştim işe.

Belki 25 sene önce

Nereden başlasak, nasıl bulsak da bir sermaye,

En azından bir işe girişsek diye kırk damla düştü gözlerimin altına, gözyaşı diye;

ama terdi belki de.

Dudakları ıslatan tuzun yoğunluğundan seçilir mi hangisi olduğu,

düşündüm durdum o zaman, daha da düşünürüm.

Durmak zamanı değildi o zaman,

Yürüdüm, hatta yürür adım, koştum

En son ne zaman gözyaşımın tadına baktım,

Ne zaman alınterimin tuzuna vardım

Zaten evde bekleyen iki çocuğun

elleri açık sokaktaki veletlere.

Bir çikolat alıyorsun zar zor tutuşturuyorsun açık ellerine,

bulup buluşturup iki ediyorlar, yiyorlar mahallece.

Onlar da anasının çocukları, kızamıyorsun,

daha da seviyorsun, seviniyorsun üstüne.

Anası iki bardak bulgurdan pilav yapacak,

sebzesi yok,

komşu ister bir buçuğunu

-İstanbul’da bir buçuk mevsim zor-

bizim yarım bardak pilava kureyş okur da doyurur bizi yemekte.

Ah şu geçim davası,

boyadı ellerimizi nasırlara

Böyle süredursun,

şikayet etmenin sırası değildi zira

Hala da değil ha!

Bir büyüsün evlatlar,

hayatı onlara adadık ya

Eski teypte çalıp duracak

bir kaset alamadık on yıl boyunca,

Yollar yollara kavuşsun, yıllar yıllara

Yarın erişelim de bir hakkın divanına.

O zaman şikayet ederiz bizim veletleri

ancak yaradana.

Yer Altında Ruh Sergisi

IMG_0256.JPG

Ben! Ben kimim? Nerede hiçliğim?

Yüzüm nerede? Nerede benliğim?

Karşında et, kemik, kandan bir kukla gibiyim

Ah şu düşünce iltihaplarım,

Dertlerim!

Binlerce deniz olsa şu sefil bedende,

Dolduracak…

Hiç yer bırakmayacak iniltilerim.

Gülüyorum, çünkü elimde değil,

Ben bir kişi değilim.

Tüm kadınlarda akşam yemeği

Erkeklerde sevgi gibi.

Maktul benim, ellerim!

Eriyen ellerim.

Güzel gözlerin.

Hepsi benim.

Böyle olsun istemedim.

Ölmek diye bir şey varmış,

Ben bunu istemedim.

Sadece az bir derdim vardı.

Gülmek istedim.

Ellerin boğazımda.

Ölümden güzel değilmiş sevgin,

Toprakta, artık belliyim.

Görüntü Devriyesinde Bir Zatın Kimlik Kargaşası

Evvel zaman içinde bir bilmece, sesin kesik,

dikiş gerekli; iğne, iplik, dert ve hiciv.

Aynası kibir, vitrini tahmin, terzisi tenkit

Durma öyle belirsiz, söz ver, şehri ruhsuzlardan özgür

Bir mısra haline getir, tükettiğin heybeden!

Ezil, edebiyatın ruhundan da fakir.

Ruhun devrik, zehrin çiçek bezeli şiir,

dikiş gerekli; iğne, iplik, şan ve kibir.

Cebri kesir, ziyneti teşhir, zihni taksir

Söz ver, şehri şairlerden özgür

Bir kale düzenine getir, azmin haybeden!

Dik dur, ibadetin de başka alengir.

Hastane Koridorlarında Cehennem Kokuları

Kalıp üretmeye muktedir kalıplar

Üzerimdeki; yüzlerce yıllık bir koku

Kemiklere düşman bir ağırlık

Varlık düşmanı yoksulluklarım

Orman dini, kuralları katı

Çıralar ve ruhum arasında

Perçinlenmiş bir bağlantı elemanı var.

Çağdaş yapılar dizilmiş,

Çatıların üzeri bulutlarla çevrili

Bir yağmur bekliyorum beni kendime getirecek

Nereden, nasıl geldin diye sormadan

İçeri buyur edecek

Ağrılarla dizlerim arasında

Kaybedeni değişen daimi bir savaş var.

Bu bir hücre istilası karaciğerimin üzerinde

Doktorların hepsi hemfikir

-Moralini yüksek tut, içinde kalan bir şey varsa yap.-

Hatıralara düşman kalemler

Yara kabuğu gibi düştü ziynet eşyalarım

Nasıl olduğunu bilmeden

Zamanını kestiremeden

İnsan zihni, sınırları değişken

Tarihle, eylemim arasında

Haklı değil ama gerekli bir sürgün var.

Arama Kurtarma Ekiplerine Çağrı; Dostum Bir Masalda Mahsur Kaldı

Devren satılık kafalarda taş devri,

Zırhı delindi, bir kurşun bile değmemişti,

Keman seslerini susturun,

Bir renk daha teninde erimemeli

Dün yeşil, yarın şimdilik çizgi,

Gün dönümü, duvarlarında ruhlar alemi.

Hepsi birlikte bir demet oldu,

Hem de ucuzdu bağları

Şu sirtakileri kimin üzerinde yapıldı

Ses çıkarmadı zavallı, yarım kalmış özü

Bir kez daha, aşağılandı

Hem de ne aşağılanmaydı.

Hayat pahalı artık, yaş aldı başını

Göğsü parçalandı, ne kadar taşlanmıştı

Kurşun seslerini dindirin ne olur

Bir beden daha bu gürültüden irkilmemeli

Ölüsü budandı, parmaksız elleri delil

Tan ağardı, kanı şimdilik kurudu belki

Kül grisi, yavan isteklerin hepsi

Bir buz perisinin bedenindeydi, çizilmişti

Pervanelerin hepsi ateşte

Beni bu bedenden kurtar ey yaradan! dedi.

-Bunca acım yaradan değil,

Ben diye bir bedende sıkıştığımdan.-

Sirenler Çalıyor, Ruhumuzun Arka Sokaklarında Ambulanslar Ağlıyor

Şirk dedi, sustum

Yeter artık devrilme omzuma

Ölü şairlerin de cesetleri kokar

Burnunu çekme

Sızlar kemikleri yenidoğanların

Umut diye bir laf-ı güzaf

472 fahreneight yüzgörümlüğün

Şirk dedim, artık yeter

Sus

Papatya kokardı omzun

Dudaklarını çekme kalsın dilimin ucunda

Bir kelime söyleyeceğim sana

Ruhuma değdiğin zaman

Ama konuşmayın ne olur

Şirk diyoruz

Sadece susun.

Eski Bir Tanışıklık; Zaman

Zalim bir hayal gücünün ürünü ne olarak hayat bulmaktaysa dünyada, gücün sahibi de insanoğlu demenin bir başka yöntemi zamanın sevilmesini sağlamak. Zahirin hükmettiği her nefesin sıhhatinden zulme karşı gelen sorumlu olmalıdır ki, sevsin, sevilebilsin diye insanları kendi amelleri uğrunda heba etmesin. Her duygu güzelliği, gerçeği sergilemeden öylece bir bulut gibi dağılabilsin. Bu insanın insan olma gerekliliğinin en güzel dışa vurumu, değerlendirilsin. Ne zamandan yana olmalı, ne zamansız olmalı. Başını kaldırıp yağmurun her bir damlasındaki rahmeti boğazından damarlarına ulaştırmalı. Ona gidebileceği en güzel yolun mide olduğu yutturulmalı. Aynı bizler, babalar ve oğullar gibi her nesil nereye kadar yanılabileceğinin farkında olmalı. Her dünyevi derdin devasında hakkın yankısı aranmalı, bulunmadığında darılmamalı. Kuruntulardan kurtulana kadar kuru ekmeğe talim. Ne kötü! Yanlış yaptığımda derdimin adı; talihim. Karşımda olana yanımda olandan daha çok alındım, darıldım, yararı olmayana sarılmak için çok uğraştım. Hangi yılda kaldım, nereye kadar dayandım, umurumda değil. Bende artık gelecek sadece yarın. Memnun oldum. Ben de yarım.

Yaşama Sırasında Ayağına Batan Dikenlere Aldırma

Cümlenin ortasında yalnız kalmış bir harf gibi uyandım. Uyandığım yer neresiydi, bilemedim. Cennette gibi hissetmiştim. Evimdeymişim.

Seni sevmiş miydim? Belki.

Belki de kiraz ağacından düşen bir çocuğun düşlerini idrak edebilme yetisi ile donanmış olmalıydı kimliğim. Sorguluyorum.

Düşen bir çocuk ne düşünür ki? Ölümün ne olduğunu bile bilmiyor. Ne güzel. Belki de daldan alamadığı kirazı.

Ama sen ve ben, ölümün var olduğunu biliyoruz. Gelecek için hiçbir girişimle ilgilenmiyoruz.

Mutlu musun? Belki, yıllardır bu soruyu soruyorum. Soru aynı, insanlar ve cevapları farklı. Gerçi cevabı evet veya hayır olması gereken bir sorunun kaç farklı cevabı olabilir ki? Belki de milyonlarca, hayal gücüne bırakıyorum.

Anlık düşüncelerimden yoruluyorum. İlgiyle yoğruluyorum. Yanlış anlaşılmak konusunda ilginç anlara şahit oldum. Onlardan herhangi birinden bahsetmek istemiyorum.

Bir uyku gibi hissizim, derinleşiyorum. Sonrası mahut hikaye, bir kalp krizi semti ziyarete gelir, bir ambulans sireni sessizliği gücendirir.

Gece saatlerinde ağaçlara tırmanan insanlardan olma. Gecenin tam ortasına uzan, parmağını eğlenceye aç bir çingene gibi şıklat, sokak lambalarını yak, bu gecikmiş baharın hakkı olan ateş, can yak, yalın ayak korlarda gez, kırları kıskandır.

Yanlış olan bir ton şey yap, yanlışın yanılmaktan türemediğini topluma ispat et.

Eğil, kulağına bir şey söyleyeceğim.

(Çok sevil, sevildiğini bilme, böylesi daha iyi.)

Kalitesiz Filozofun İdam Sehpasında Son İsteği: “Bir sigaranız var mı?”

IMG_9780.JPG

Söndürülmek üzere yere atılmış ve üzerine basma gereği görülmemiş bir izmarit gibi düştüm asfalta. Bu Tanrı tarafından gökyüzünün 7. Katından atılmış ve yere düşene kadar sönmemiş bir izmarit. Tanrı bile üzerine basma gereği görmemişken asfaltın soğuğundan sönmek ne demek anlayabiliyor musun? Kendiliğinden sönmeye başlayan bir hayata sahipsin demek.

Hayatım boyunca rüzgar nereden estiyse oraya savruldum. Her neyse bu tirat uzar bu şekilde.

Film sektörünün her şeyi ajite etmesinden bıkmışım, son saatlerimde anlıyorum.

Bu hastalık.

Biri bulup beni kaldırmalı.

Var etmeli, yok etmeli, semadan bir el uzanmalı.

Böyle ölmemeliyim. Neden ölüyorum ki? Bu kadar anlamsız düşünceye sahip insan varken bu kıymetli düşüncelerin sahibi ben. Neden ölüyorum?

Ah, yine kibirli davrandım. Özür dilerim. Atalarımdan kalan bir miras bu kibir. Bundan kurtulmalıydım. Ama bu zamana kadar tüm rezil duygularımı bastırmaya çalışmıştım. Yok olmamışlar.

Kalitesiz bir filozof olduğum konusundaki söylentileri de sanırım kabul edebiliyorum artık.

Ölürken, kimsenin değer vermediği düşüncelerin sahibi olduğum gerçeği ile yalnız kalmışım da haberim yokmuş.

Burası biraz soğuk olmaya başladı.

Sen üşümüyor musun?

Kişisel Bir Mesele Bu; Özür Diliyorum

Nerede ve nasıl yaşadığımın farkında olamıyorum. Sevdiğim veya sevmek zorunda olduğum kişilere karşı hislerimin gerçekliğinden şüphe duyuyorum. Her şey kafamın içindeki o büyük kaosta kayboluyor.

Yaratılmış her insandan ve eşyadan özür diliyorum. Az önce doğdum, biraz sonra öleceğim. İntihar mektubumu beşikten yazıyorum. Basit duyguların inanılmaz karmaşıklığı içinde boğuluyorum.

Dertlerim boyumu aşıyor, yoğunluğu benden fazla, yüzemiyorum. Yüzeye çıkmak için her kulaç attığımda biraz daha yoruluyorum.

Farkında değilim ne yaşıyorum, sadece yazıyorum. Ne yazıyorum, kime, neden, ne amaçla yazıyorum, bilmiyorum. Belki de düşünce felçlerim sıklaştı bu aralar, ne yaşadığım hakkında en ufak bir fikre sahip olamıyorum.

Hiçbir saniyeye hakim olamıyorum. Bunu normal de karşılıyorum, fakat her geçen saniyenin gömleğinden tutmaya çalışıyorum. Züleyha gibiyim. Haksız bulunuyorum. Yusuf gibiyim cezayı ben çekiyorum.

Binlerce yıl yaşamış peygamberler gibi hissediyorum.

Küçük bir çocuk gibi, hiç beklemediğim anda bir maganda kurşununa kurban gidiyorum.

Bırakın yakamı, ellerimi tutmayın, yangınım bulaşmasın size, ben tek başıma, derya denizlerin ıslatmaya cürmü yetmediği bir çölde geçmişime sövüyorum.

Geleceğimi özlüyorum.

Neden diye sorduğum her cümlede bütün harflerden özür diliyorum. Nihayet, geldim işte, buradayım. Uçurum yok hemen bir adım ötemde, şartlar elverişsiz. Ama kendi isteğimle, kendi yöntemimle, kendi kendime ölüyorum. Yaşamak için yaşamı elinden aldığım her nesneden özür diliyorum.

Cesedimde kargalar, ziyafetlerine sunmak istediğim et daha fazla olmalıydı, ben çok zayıfım, yüzümde on kişilik bir gülümseme, yalnızlıklarım içimde, gidiyorum. Hoşça kalın, çürüyorum.

Hangi Harflere Saklandıysan, Çık Ortaya

 

IMG_9750.JPGBirkaç uğultu ile irkiliyorum, sesler tanıdık, biliyorum. Ama burada olmamalılar, şaşırıyorum. İçimdeki büyük boşluktan geçmişin yankılarını mı duyuyorum acaba? Korkuyorum. Tüm sevgilerimi içimde söndürdükleri ateşe atıyorum, bir ihtimal tutuşur belki, bekliyorum. Ezilen gururumu yıkadım astım, kurutuyorum. Kuruntu yapıyorum belki de, bilmiyorum.

En yakında duran yetmişlerinde bir ihtiyara saati soruyorum, afallıyor. Saatin benim için ne önemi var diyor. O anda anlıyorum. Bu zamana kadar geçirdiği binlerce dakikadan biri bile kıymetli gelmiyor ona, fark edebiliyorum. Öylesine geçirilen zamanlardan böyle pişman mı olacağım? Öyle olmamasını umuyorum.

Uçakların kanatları iniş için açılıyor, bildiklerimle birlikte bilmediklerim de yere inecek. Yerini, zamanını bekliyorum.

Dudağımda eski bir türkü, bir yandan mırıldanıyor, bir yandan dinliyorum. Galiba hayatımın her saniyesini saymamalıydım, yoruldum, dinleniyorum.

Orada biri mi var? Dinlendiğimi hissedebiliyorum. Sadece bir gölgeymiş. Gölgeleri seviyorum. En çok senin gölgeni seviyorum. Işığından kurtulmana üzüldüm. Zaten ben de bir heykeldim. Devrimin eşsiz notaları ile birlikte devriliyorum.

Günaydın, yeni dünya, geceye karışıyorum.

Yerleşik Dünya Düzeninde Yenildiğimiz Son Akşam Yemeği

Üretim hatası küfürlerinden kurtulma çaban yersiz.

Her nereden ve nasıl gelirsen bu dünyaya yiyeceğin bir azar var elbette. Bir Tanrı azarlayacak bir de kulu. Hiç bilmeyeceksin kendi ruhunu.

Hep yönetileceksin, hep seveceksin, hep gideceksin, öleceksin. Bunların hepsinin yerini ve sırasını sen seçeceksin. Ya da öyle düşüneceksin. Düşündürecekler. Ama onlar istemeden asla yaşamana izin vermeyecekler.

Ne garip yargılar, ne garip düzen, ne sistem ama ne sistem. Sistemin tek beklemediği galiba sitem. Dışarı ittiği onlarca sitemkarın yerine koymakta bir kaç sahtekar, ya da ne bileyim sözüm ona sanatkar.

Ne kadarı ölümlü, ne kadarı fedakar.

Bu kadar insan farkında değilken nerede yaşadığının, ne uğruna yıllarını harcadığının, sen farkındasın. Sanıyorsun ki bir okyanustasın, hayır, sadece küçük bir kovadasın, kova başkasının elinde, yarın raflarda olacaksın. Tüm bunlara rağmen neden diye sormaya mecalin yok, anlaşılabilir. Gayet anlaşılabilir sıkma canını. Çünkü ben de biliyorum hiçbir şey yapamayacağını, bu düzeni alt üst edemeyeceğini. O yüzden diyoruz ki, raflarda güzel görünmek adına sporumuzu yapalım, güzel kıyafetler seçelim, bir takım seçip, küfredelim. Etimiz bol olsun, mideler dolu.

Yalnızsın, ama yine de neşe dolu.

Doğrun, doğru. Yaşamaya çalış, yenil, asla sevme bu yolu.

Dün ve Gece Gibi Sende Bilmece

Ayrılık derslerinde teneffüs araları verilmeliydi sevgililere. Hangi konu işlenirse işlensin, iyice anlatılmalıydı bütün gereklilikler. Zemini kaygan fikirlerde tutarlılık aranmalıydı. Yapamadılar.

Şu an tüm dünya bir araya gelse bir başarı etmiyor eldeki, arka arkaya kelime diziyor tüm parlak beyinler. Tüm bu gereksizliği bir sonuca ulaştırma çabasında bilim insanları. Tüm barınakların içinde insan, insan olan her yerde güvenlik zaafiyeti. Güvenlik görevlisinin aklında binlerce gelecek kaygısı. Şimdi kafasındakileri mi çözmeli? Bizi korumak için elinden geleni mi yapmalı?

Parmaklıklardan çıkmalı insanlar, hiçbir yozlaşmanın gerisinde kalmamalı, bir haykırsa çıkacak bütün avazı. Kelimelerin üzerinde kalmamalı insan eğrisi. Gerçekten ne kadar gerekiyorsa o kadar kopmalı, insan hayal etmeli.

Boş hayaller kurmalı belki, ama olacağına da inanmalı. Önünü göremeyen biri arkasını görmek istiyorsa bir kaç yolu olmalı bunu yapması için. Öncelikle gözlerini açmalı.

Bütün bardaklar iz bırakmayacak şekilde tasarlanmalı, zamanı geldiğinde her su nehirlere katılmalı. Doğa insansız var olabilir, insan doğanın neden farkında değil?

Bir dizi zamansızlık içindeyim, her ne yapıyorsam ve neredeysem, artık yoruldum. Eve dönmeliyim. Evdeysem de yatağıma. Uykudaysam ölüme, öldüysem, toprağa dönmeliyim. İyi geceler dememeli insan, belki de beklediğimiz iyi bir geceden ziyade sakin bir karanlıktır.

Kara Tahta Yazıları-8

IMG_8769.JPG

Yakından tanıdığım insanların cesetlerini bir budist tapınağında yaktım. Budaya saygılarımı sunup oradan uzaklaştım. Kaçtım, kaçmasam beni seveceklerdi, ki sevilmekten hiç hoşlanmam. Yalnızlığıma göz koydu üç beş ihtiyar rahip, eşlerini öldürdüler, çocuklarını uzak diyarlara sürdüler. Yapmayın dedik dinletemedik. “Birlikte zor zamanlardan geçtik” dedi bir tanesi, içeriğini sorduk, söylemedi. Çok da lazımdı sanki. Bağırdık aniden hep birden “Yapma!” Diye. Bizi duyan herkes durdu. Duymayanlar da duranları görüp durdu. Oysa şaka yapacaktık ayin hazırlığındaki bir bilgeye, her şey gibi bu da kaka oldu. Bu aralar yalnızlıklarımızın bir merhemi yokmuş gibi davranmaya karar verdik. Fazla ilgiye gelemiyoruz götümüz kalkıyor hemen. Oysa bizim ne çok iyiliğimizi düşünen var. Hepsi yalancı, hepsi riyakar. Yalnızlığın en büyük kanıtı bir olacakken iki olmaktır.

Yorgun Ben

IMG_3948.JPG

Gidenler, gitmekte olanlar

Kalbinde bir düzine sevgi taşıyanlar

Bir hevesten saatlerce yıllarını çalanlar

Pişman olan, yanılanlar

Dönmek için uğraşmayanlar

Artık bıraktığınız yerde değilim

Ben artık öylece bırakabileceğiniz bir ben değilim

Değiştim

Bunu istemedim

Kağıtlardan yardım istedim

Kimseden kimsesizliği istemedim

Hediye edildim

Yollarca dağlardan sürgün edildim

Ezildim

Yalanlar

Aynı mahkemede yargılar

Aramızdan ayrılanlar

Arkasından konuşulmayanlar

Sağlar, sağ salim gideceği yere varanlar

Geleceğini bulanlar

Bulutlar

Buz gibi saatlerin akreplerinde ezildim

Gün doğumundan öldüm, yenildim

Giden ben değildim

Binlerce suçlu arasından adi ilan edildim

Bahsedenlerden vurgun yedim

Kelimelerden azad

Cümlelerden men edildim

Kararlar

Günlerce gece olanlar

Tıkılıp bir odaya

Yıllarca zamanı olanlar

Belki bir mahkuma edilmiş iftiralar

Ağrılar

Altın tozu itiraflar

Harfi harfine yazıldım, bir çırpıda silindim

Dünya sizin olsun

Ben bir kez sevildim.

İç Sıkıntısı- Yayılmamalı

IMG_6513.JPGAnlamını kavramak için uğraştığımız her şey için daha önce herhangi biri tarafından açıklanma ihtiyacı duyulmuşsa eğer, anlamını kavramak için uğraşılan şeylerin gerçekten anlamlı olduğuna inanmalı mıyız?

Belki de yokluğu ile gündeme gelmemek için varlık yalanı söyleyen bir kaç muzip yüzünden bugün saçma sapan inançlar uydurduk kendimize, kim bilir.

Zaten kim bu kadar şeyi anlamlandırmak istemiş ki? Kim bu anlam tüccarı? Kimin ürünü bu dünya üzerine kurulmuş rahatsız fantezi?

Kavga etmek yerine küfür etmeyi bulan diyorlar medeniyetin kurucusuna, kavga etmek için kullanmayan küfürbaz oluyor da kendini dizginlemek için kullanan haklı mı?

Ne komik bir dünya düzeni, seviye arayan bir ahlak bekçisi değilim. Ama yine de yazmalıyım içimden geleni. Yayınlanmayacak olsa da nasıl ölündüğünü bilmeliyim. En güzel ölümün nereden kiminle geldiğini bulmalıyım. Galiba aklımı toplayamıyorum. Kişilerin ve olayların bana neler hissettirdiği hakkında henüz bir fikre sahip değilim. Galiba bunun tam teşekküllü eğitimini almadan da böyle bir yargıya varamayacağım, farkındayım.

Sessizlik istediğim bütün varlıklardan yokluk beklemem mantıklı değil. Sessizlik, yokluğun yemeğidir. Bugün insanların bu gereksiz orucu bozmaması ne kadar anlamsız. Bu yanıltıcı rezil uğraşları ne zaman anlayacak gösterme tanrısı olmaya çalışan, mitolojilerden roller çalan rahatsızlar? Bu bir değer karmaşası, ağrı aksı, haz ağrısı.

İçki masasında verilmiş sözlerden daha ağır söylediğin sözlerin kokusu. Her neyse konuştuğumuz şeylerin konusu. Algı operasyonları her dilde ve çevrede. Bugün siyasetten daha aptalca bir şey varsa o da yarın da var olma çabası. Belki de hemen yok olmalı, bir yolunu bulup bir gezegeni kendi toprağı ilan edip bu aptallıktan kaçmalı. Hemen burada, yok olmalı. Okumadan, dinlemeden, anlamadan, söylemek istediğini söylemeden şu an yok olmalı.

Ben de göstermeye çalışıyorum. Görülmemiş olanı. Ne farkım var onlardan, onların da varlığı buna bağlı. Gördüklerini görmemiş olana göstermek ne derece anlamlı? Ben gösterdiklerimle yok olmaya çalışıyorum bence bu anlamlı. Belki de insanlara göre tavrım, yanlı. Umrumda değil. Kelimeler arasında durdum ve etrafımda yüklem yağmurları. Bunların yarısı belki de tamamı yayılmamalı. Sezgi dediğimiz kuruntu belki de. Belki de anlamadığımız şeyleri gerçekten anlamamız gerekiyor. Bu ağdalı anlatımlar, bağnaz takıntılar, batıllar…

Kahveni yudumla, rahat bırak dünyayı.

İyelik Eklerinde Durum Draması

IMG_6441.JPG

Ait olma hissinin kaynağını bulduğumda ilk suçumu işleyeceğim duygularıma karşı. Cebimdeki son kibriti onun için saklıyorum zira. Kısa ömürleri olan aciz varlıkların tanrısal iddialarını sürdürme biçimleri bir kaç farklı iyelik ekine bağlı. Ya bunlar hiç olmasaydı?

Hissedilecek çok şey var, yazmak o kadar güçlü değil.

Hırsız Marşı

IMG_9674.JPGHava sıcak.

Asfaltta sahra edası.

Görgü kuralları uzakta olmalı.

Her kural bir başka bacadan akan kurumun sebebi olmalı.

Hırsızlık yapma!

Çaldıklarınız kurumun malı.

Bir saygı belirtisi olarak sizli bizli konuşma çabası.

Ne ala benzer kanın ne yola.

Dökülse bir yeşile olmamalı katran karası.

Ayağında 42 numara rugan ayakkabısı.

Şeriat zahire hükmeder.

Ama ne olacak içindeki belası.

Adamın hali içler acısı.

Bir saati var sanırsın zamanın bakıcısı.

Kendi halinde olmalı iç dünyası.

Bir de kolalı gömlek yakası.

Gözleri bir cenaze sonrası, yerde kalmış ekmek kırıntısı.

Emin olmalıydı insan, sonuçta onun yası.

Çaldı çırptı, çocuğuna bıraktı mirası.

Anası, danası yedi lokmayı

Şimdi çıkar çıkarabilirsen kursağından haramı.

Ne hamam paklar seni ne bir başkası

Aklı kira, zamanında var yarası

Ne ası, ne aşağısı

Gözü yükseklerde, ruhu gördü batağı

Ayrıldı birbirinden öksüz kaldı şerefi, hayası

İşte buydu onun arkası

Yanıldı, yandı, daha çok yanar ayağı

Kazak abdal söyledi hasını

“Ölüsüne bir tas suyu dökenin de avradını”

Yol-Mekan-Zaman Mekanizması

IMG_0221.JPG2 Eylül

Bugün 27. Gün dilsiz bir deniz kıyısında

Kalabalıklar içinde bir konuşma etkinliği sürüyor. Gidilmemiş yerlere giden insanlar arasında bir çok tatsız çatışma. Yazılmamış kelimelerin kırgınlığı var dünya üzerinde. Kelimelerin özgün birleşimi, bir sahip arıyor. Yıldızlar arasından kendilerine oksijensiz bir dünya seçiyor. Şüpheye yer veremediği inançları yüzünden olsa gerek kalbi sorgulanıyor. “O” denen her şeyin organizasyonunda bir boş vermişlik hali. Hazır olmayan birikimleri yere sermede başarısız bir meczup hali üzerindeki. Sessiz ol! Gürültüyü gücendir. Dünün içinde olduğu her zamanı yeniden yerinden oynat. Bakalım başındaki sezgileri ne kadar algılayabileceksin. Zamanla ilgili saatlerden başka yetkili olmaması dengesiz bir tezat. Ya buna kudreti olan birisi herkes uyurken saatleri yıllar öncesine almış da bundan dolayı yaşlanmışsak? Bir yergi halinde etrafta kolluk kuvvetleri, zincirleme isim tamlamaları. Yaz ne kadar hızlı geçti değil mi?

Bunların hepsi teferruat derinimde.

Galiba ıssız ovaları geçerken, bilmem kaç tekerlek üzerinde belli bir hızla zamanda süzülürken aklımda yarına dair umutlarımın doğum şarkısı çalıyor. Bir deli bütün gün bunun için çalışıyor.

Hiç kimse bilmiyor. Ben biliyorum.

Her anımda, seni özlüyorum. Göremesem de, sesinin tonundan dahi, umulmadık anlarda, seni hissedebiliyorum.

Umutla, umarım…

Yol ve Yol

Yine onlarca kilometre yol, yine binlerce metre kumaşlar arasına sarılmış, buruşturulmuş sesler. Herkes biriyle dalga geçiyor. Dağlar da denizlerle dalga geçiyor olmalılar. Bazı yerlerde paralel bazı yerlerde dik uzanmaları bundan olsa gerek. Her dağ denize ulaşmanın isteksiz kıvrımlarıyla yoğrulurken direniş ara sıra gözle görünür hale gelir.

Sessizliğin sineması yine bütün gücünü göstermeye çalışacaktır.

Elbette onların ne demek istediğini anlamıyorum. Ben sadece bana ne hissettiriliyorsa onun hakkında yanılmaya çalışıyorum. Belki de güç göstermenin değildir de gizlemenindir, kim bilir.

En sevdiğim komşum, Halil Amca. Dizilmiş bir kaç ayakkabı kapının önüne. Belli ki cenaze var. Gözyaşı var. Zemin çok ıslak. Altını göremiyorum.

Altından şelaleler akan asfaltlarda gözlerin esiri edildim. Delirdim. Kayboldum. Altından bir musluktan su içiyorum. Bana bağırıyorsun yolun karşısından. Ne dediğini bir türlü anlayamıyorum. Bana beni ağır hissettirecek cümlelerle konuşma. Ne kadar derinden cümlelerle konuşuyorsun. Sesin boğuluyor. Algılayamıyorum. Beni yargılama. Neden diye sorma. Cevap vermek anlaşılmak içindir. Anlaşılmak gibi bir niyetim yok. Beni anlamıyorsun.

Seni özlemiyorum değil. Sadece biraz zaman gerekiyor bana. Özlem devinim içinde olmadığında özünü yitirir, geriye bir kaç anlamsız harf kalır.

Beni bırakma demeyeceğim. En çok sen bırak. Bırak ki, aramanın aşkıyla harekete geçeyim. Durmak bana göre değil. Aramalıyım. Bulmalıyım. Yitirmeliyim.

Aramalı, yolda olmalıyım…

İnsan Müsveddesi

DSC07907.JPGVarlığını diğer insanların varlığına borçlu olanlara ne demeli? Nasılsın mı? Sormanıza gerek yok. İyiler. Düşünmekten aciz varlıklar, mutlular. Ne zaman bu hale geldik? Fikirlerimiz yaşıtlarımızın beğenisi ile değer görmeye başladığından beri mi? Ya da daha kötüsü görüntümüzün güzelliği takdire şayan olma zorunluluğunu ilke haline getirdiğimizden beri mi? Öyleyse çok fazla zaman olmadı. Biz bu milenyumun otuz beş santimetre küplük hacme sığdırdığı mahkumlar olarak yaşıyoruz. Düşsel mutluluğumuz görsel hazza yerini bırakırken, bayrak elimizden düşüyor, eğilip almaya tenezzül etmiyoruz. Bayrak düştüğü için de önümüze gelene küfür, kıyamet. Ne ilginç varlıklar, şu var olduğunu kanıtlamaya çalışanlar. Hayatta iyilik yapmaya çalışan insanların bile hastalığı, marka olmaya çalışmak. Oysa bir elin verdiğini diğeri? Her neyse ne kadar zavallı bir durum bu. Ne zaman mutlu bir anı yakalamaya çalışsak, aslında onları küçük bir ekrana hapsedip, oradan izliyoruz. Kötü bir şeyi oradan görüp kınayıp, küfürler ediyoruz.  Ne acı doğal gözler yerine yapay olan bilmem kaç megapiksellik adi gözleri kullanmaya başlamış olmamız. Ne acı hislerimizi gerçekten önemseyen insanlar yerine hayatımıza ucundan kıyısından temas etmiş üç beş yüz kişi ile paylaşıp buradan benliğimizin eşsiz notalarını görüş odalarındaki diğer mahkumlara dinletmeye çalışmamız. İki kişi az üç kişi fazla. Verilen değer sayısal rakamlara dökülmüşse burada düşünmemiz gereken bazı şeyler var. Soyut olan her şeyi somutlaştırıyoruz. Sonra ortaya çıkıp “Sanat soyut olmalı” diyor, soyutlaştırma çabası ile debelenip duruyoruz. Aslında sanat görebildiğimiz ama önemini kavrayamadığımız şeylerin bazı insanlar tarafından o şeylerin önemini kendi istediği yerde istediği zamanda ve istediği şekilde talep eden insanlara gösterme eyleminin başarısından başka bir şey de değil. Yani başarı öyküsünde başarı değil öykü olan, öykünün başarılı olması.

Densiz insanoğlu, karşısında olmayana ne de güzel hakaret edip aşağılayabiliyor. Karşısında olsa utanır ama bu da iyi bir şey. Henüz insanlığımıza erişememişler demektir. Sadece içimizdeki şeytanı belli bir süre kodes konserlerine çıkartıyoruz şimdilik. Ağzımıza geleni söyleyip insanları kırıyoruz. Oysa ne kadar lazımsa o kadar zarif olmalı insan. Duygu sömürüsü yapanlar suçsuz mu? Hayır. Ama kusurlunun bile örtmemizi beklediği bir kusuru varken, insanlardan soyutlanıp dağ başlarında fotoğraflar çekip küçük hapishanemizde sergi haline getirmemiz ne kadar insani? Zavallı ben. Ne kadar geç kalmışım dünyaya gelmek için. Yaşım yirmilerde, zihnim atalarımla eşsiz bir yerde, zeybekte.

Gösteri Başlasın

IMG_9571.JPGYaşadığı ve zevk aldığı şeyler olmalıydı. Neden farklı olduğunu hissediyordu ki? Öyle olduğunu düşünse bile bunu bize söylemesi ne kadar anlamlı? Bizden farklıysa onu zaten anlayamayız. Bize kendini anlatmaya çalışan insan bizden farklı değildir. Anlaşılmaya ihtiyacı vardır çünkü. Yani yalnızdır. Yalnızlık bir yokluk hali değil yanlış anlaşılmasın. Yalnızlık bir his. Etrafında binlerce insan dahi olsa oturup ben ne yapıyorum diye bir dakika düşünebiliyorsan sen de yalnızsın. Zaten ölüm de yalnızdır. İnsan ölüme benzemeli biraz. Sade, ürkütücü, kurtarıcı, rahat ve rahatsız. Ne olduğu bilinmemeli insanın. Yani bizden farklı değilsin. Ama olmaya çalışıyorsun. Bütün devrimler sözcüklerle başlar. Önce farklı olduğunu söyleyeceksin. Sonra bunu kanıtlamaya çalışacaksın. Yalnız kaldığında da aynı mısın? Etrafına bak. Bir kitap görüyorsun, ona dönüşmeye çalışıyorsun. Kabul et çok kolay etkileniyorsun.

O kadar fazla sözcük var ki, bazen ellerimden değil gözlerimden dökülüyor cümleler. Biraz tuzludur yemeğimiz, gözlerinin kararması ondan, yüzünü yık açılırsın.

Göz Yorgunu

IMG_2557.JPGYankıları yakalamaya çalışıyorum. Bazı insanlar deli olduğumu düşünmeye başladı bile. Onları aksine inandırmaya çalışmak gibi bir gaflete düşmeyeceğim. Düzensiz sevişmelerin sonucu dudak yaraları ve ruhsal çöküntü. Denge ile ilgili büyük problemlerim oluştu zamanla. Şarkılarım seni söylemiyor artık. Rastgele vücutlarda izlerini arıyorum. Seni bulamayacağımı biliyorum. Ama problem değil, ben zaten hayatımdaki birçok şeyi üzerimdeki sorumluluğu atmak için yapıyorum. Biraz vefasızlaştım anılara ve arkadaşlarıma karşı. Dert değil, beni seven böyle sevsin diyorum. Yanımdakilere mi bakıyorsun? Onları göremezsin, sen de biliyorsun…

Derin Uyku Örgütlerine Çağrı

FUZD4708.jpegCümlenin ortasında yalnız kalmış bir harf gibi uyandım. uyandığım yer neresiydi, bilemedim. Evimmiş gibi hissettim. Hissetmenin güzel bir şey olduğunu o anda fark edememiştim. Öyle yavan bir histi. Bazen de kötü bir şey olabilir. Yerine göre değişir. Peki bu neyi değiştirir? Benim sana karşı var olma iddiasında direten hislerimi mi? Belki. Belki de kiraz ağacından düşen bir çocuğun düşlerini. Düşen bir çocuk ne düşünür ki? Ölümün ne olduğunu bile bilmiyor. Ne güzel. Belki de son kez uzandığında daldan alamadığı kirazı. Belki. Ölümün var olduğunu biliyorsun. Mutlu musun? Belki, yıllardır bu soruyu soruyorum. Soru aynı, insanlar ve cevapları farklı. Gerçi cevabı evet veya hayır olması gereken bir sorunun kaç farklı cevabı olabilir ki? Belki de milyonlarca, hayal gücüne bırakıyorum. Anlık düşüncelerimden yoruluyorum. İlgiyle yoğruluyorum. Yanlış anlaşılmak konusunda ilginç anlara şahit oldum. Bir uyku gibi hissizim, derinleşiyorum. Sonrası mahut hikaye, bir kalp krizi semti ziyarete gelir, bir ambulans sireni sessizliği gücendirir. Gece saatlerinde ağaçlara tırmanan insanlardan olma. Gecenin tam ortasına uzan, parmaklarını eğlenceye aç bir çingene gibi şıklat, sokak lambalarını yak, bu nevruzun ateşi, can yak, yalın ayak korlarda gez, kırları kıskandır. Yanlış olan bir ton şey yap, yanlışın yanılmaktan türemediğini topluma ispat et. Eğil, kulağına bir şey söyleyeceğim.

Direnç Tokluğu

İnsan fikirden ibaret cansız bir varlıktır. İzinin ne kadar kaldığı ardında bıraktığın çizgilerinle değil, düşüncelerinle ölçülecektir. İnsanın iddiası varlığını ideası yokluğunu kanıtlamaya çalışır. Sen de insansın. Zamanın kırbacını yüzünde şaklatacağına inanmalısın. Dizginlenemeyen düşüncelerinin devrimi daimdir. Endişelenme, fikri eziyetimi henüz sunmadım. Bu sunum yüzyılın ilk kez gördüğü katran yağmuruyla bir gece vakti gerçekleşecektir. Hazırlıklı ol. Şemsiyen bir dağ kadar ağırlaşacaktır. Bu henüz şeytanın ilk başkaldırısı, ilk ötelenişi. Bugün en çok nereden aldıysan o binlerce volt elektrik yüklü yıldırımları gardını oraya kadar yükselt. Yine oradan alacaksın diğerlerinden daha güçlü ve yıkım dolu darbeleri. Yorgunluğun işine yarayacaktır deniz olmaya çalışan bendenizin. Bir ışık parlayacak, bir kahkaha patlayacak. Kinim etrafta kol gezecek. Ekinlerin ayaklar altında, böcekler gibi ezilecek. Ayakların buz kesecek. İtinayla dizdiğin o taşların yıkılması için bir rüzgar yetecek. Pencereden uzak dur! Şimdiye kadar ne düşündüysen ufacık bir yel, yerle bir edecek. Serseri gezegenler, zamane saatçileri, fizik yoksunu yosmalar, yazılmamış kitaplar. Yokluğunun yanıltıcı varsayımlarına inanma. Bilginliğine dizginlerini bırakmışsın, yanlışsın, er geç anlayacaksın. Bir dene, belki sen de yazarsın. Varlığın şiiri peşindesin, kötülüğün fikrinde, zikrinden bileceksin. Sen dünyadaki en koyu tene bir dövme olarak yazılacaksın. En fazla ne olduğunu zannediyorsan ondan fazla yanılacaksın. Yarın olmaya çalışma. Yalınsın. Sen o hep karşı kaldırımda bekleyecek olan, gün yüzlü ve mahcup kadınsın. Umarım bu devrik dünyadan, bu izbe rüyadan bir gün sen de uyanırsın.

Denge Aksı

Hiç! Hiç denge. Bir deniz dolusu imge. Sessiz sedasız gitmek hakkında bir dakika bile düşünme. Belki usulca kalkacaksın yattığın yerden. Ayakların kapıya yöneltecek yorgun bedenini. Zamanla ilgili anlatacaklarım var sana, sus ve sadece beni dinle. Dinlemiyorsun. Gidiyor gibi görünüyorsun. Gitme! Gitme demem işe yarayacaksa söylüyorum işte, gitme. Belki yalan söyleyeceğim sana belki aldatacağım seni. On dakika daha kalman için bütün günahlara gireceğim belki. Hiçbir vicdana sığmayacak terk edişler içindesin. Hiçbir serzenişe sığamıyorum, sana sığınıyorum, gitme!

Histeri Klibi

Yankı! Bu duyduğumu sen de duydun değil mi? İnkar etme! Ben deli değilim, bu bir devrim, nasıl duymazsın güneşin doğum sancılarını, arşa uzanan çığlıklarını. Duvarlara çarpıyor, çöp tenekelerini yalayıp, dikenli tellerin arasında buraya kadar geliyor. Yolculuğu çok kısa değil, bu yüzden gün ışığı nefesimden çalıyor. Göğsümde bir baskı var, sen de aynı şeyi hissetmiyor musun? Yalan söylüyorsun! Daralıyorum, gözlerim kararıyor. Işığın tam içinde karanlıktayım. Sana söylüyorum. Dinle beni, gözlerim kapalı, etraf kırmızı, rüyada gibiyim, sararıyorum. Yanıyorum. Ten rengim eriyor, beyazlara ihanet ediyorum, o aydınlığın isteklerini yerine getiremedim, şimdi kötü olanı, sana dönüşüyorum.

Korkulukla Satranç

Hayır. Dahası var. Biliyorum diye geçinen rahatsızlar. Duygusuz bencil nesil gerçek. Yedeni rezillik ağır akorlar. Altı karat pırlantalar, aylak karanlıklar. Kelimelerin tükenişi sivil darbe, dilin ne olduğundan habersiz, düet bir düşünceyle sahte. Kesintisiz dingin düşünce. Hayaletler her yerde benzersiz resimlerle. Yanıcı maddelerle bir sebze. Evin dışında bir yerde. Yenil yenilenebilir tüm düşüncelerine. Kel karga, ölü bebek bu evde. O kadar da sevinme. Yelelerini yerden topla, ağzını o kadar bozma. Ay gündüzden güzel değil, ay ışığı sahne. Bilirkişi teftişte bugünlerde. İyi saklan yaralardan, doğa elbet bir gün güler yüzüne. Sen hele bir sev de. Güleç fikirlerin kaderi toprak, yaz yağmurları, benzin, ayaklarda kırmızı oje.

Dünkü Dürtü

Dünya biraz rezillik ve kötü şiir. Ne de olsa deliliğin şairi, işini bilir. Yanlış yazdığın tüm kafiyelere haddini bildir. Alın teri helal, ezilenindir. Yediğini herkes bilir, yeri değilse kim söyleyebilir? “Şaka yaptım, espriydi” bazen hayatını geri verir. Delilik emanetindir, saklarız elbette. Ama bizden sahiplik bekleme. Eminiz, evin değil. Çıkışlar acil, koşar adım katil, küçük ünlü, böcek, zehir.

Yankı!

IMG_2667.JPG

Dünle ilgili sorunu olmak. Yarının yararını kavrayamadan yanılmak. Bugünde kaybolmak. Zamana zamanında çok alınmak. Kuytularda kuruntularla avunmak. Kendini bulmak için zorlamak, zorlanmak. Yorulmak. Işık kaybından pay çıkarmak. Sesi duymadan bağırmak, görmeden ölmek. Benzinin kuruşundan, silahtan, kurşundan, yaralanmak. Yazdığın kelimeden, çizdiğin çizgiden karalanmak. Siyahın en koyu tonundan parlamak. Yankı!

Aforozma

ciglik.jpgSabrı taşmak ve sabrı kalmamak aynı şeyi ifade ediyorsa eğer gerçekten, varlıkla yokluğun ilişkisi şimdi tam burada çözülmeli. Dünya var ile yok arasında bir araf olmalı diye düşünmüştüm, bugün var yarın yok olma derdi dün ve bugün ile ilgili bir zaman meselesi değil mi acaba.? Zaman ne kadar aciz, bugün var olan şeyi yarın yok edebiliyor, geri dönüştürse de asla aynı şekle geri getiremiyor. Biz bekleyenler artık yorulduk, bizi zamanın olmadığı bir yere bir zaman belirtmeden göndermeli yetkililer. Yetkilerini sadece yetkinlikleri doğrultusunda kullanmayanlar var oldukça mümkün değil diyorsunuz, anlayabiliyoruz. Zaten onlar da var oldukları meziyetleri tutkuları ile yok ediyorlar.

İnsan kendini tanıdığını düşündüğü anda yanılandır. İnsan yalandır. Kendini bile kandırabilen bir yokluktur, umutsuz hayatını umuduyla güzelleştirdiğini düşünür, yanılır. Umut kendini yanlış tanıyan insan için züğürt tesellisi. Hiçbir zaman istediği yerde olamayacak insanları olmak istediği yerde hissettiren sahtekar dürtü.

Bir derdest ruhlu zalim.

Ne güzel kendini kepaze ediyor, eril küfürlerini cesaretle savuruyor. Eğil! Yüzüne vuran her şey Muhammed Ali’nin yumruğu kadar yıkıcı. Ezici karakterinden olsa gerek durumunu göremiyor. Görgü kurallarını yerle bir etmeyi hak sayıyor. Ezil! Kendini sevmeye başladığın anda bir kamyonun 35 inç tekerlekleri altında bulursun kendini. Müstehak!

Mazlum tavırları çileden çıkarır, çünkü her şey kalbinde kendi bildiğinden ibaret sayılır. Eh işte, ona göre beyaz olan her şey aslında sarıdır. Güneşin üzerinde bıraktığı ışığı yanlış anlamıştır. Günü gün saymayıp ışığı renkle bağdaştırır.

Kaybol! göz önünde olan her şeyin aslında ölümü yakındır. Popüler ağrıların, anlık sancılardan farklı değil. Küfür yok! Ağır ol.

Senin için yokluğun varlıkla olan ilişkisini görmezden gelmeye çalışamam. Çünkü her karanlığı ışığın yokluğu sanan bir namağlup karakterin var.

İnsan haklı olmak için yaşarsa yok olamaz, yok olamayan varlığın varlığı, denizin maviliği gibi, yalancıdır. Sadece denizin dibindeyken dinine sarılan bir imamsın. Sana ne anlatsam, nasıl anlatsam diye zamanımı harcayamam. Yazıktır.

Ulaşım ve bir takım denge sorunları

FNIR5934.jpg

Henüz bir hikayem yok. Ama anılarımı biriktirip hikaye çıkarabilir miyim? Bilmiyorum.

Bir takım inançlara sahip olduğum konusunda kimseyi kandırmaya çalışmayacağım. Hiçbir şeye körü körüne inanamazsın. Bu şüphecilik değil. Bu değişimin dengesiz yumruğu sonucu ortaya çıkmış bir iç kanama.

Düzensiz yosmaların düzenli ön sevişmelerinden sonraki gibi bir yol yorgunluğu olmalı içimizdeki değişim arzusu.

Ya da saçma bir kafiye arayışından sıyrılmalıyız belki.

Belli ki sorunsuz insanlar olmaya çalışıyoruz.

Sorun olmayan tek şey sessizce yok olabilen tek şeydir.

Tarkovsky-Ayna

“Burada çok ilginç şeyler var. Kökler, çalılar… Hiç bitkilerin hissedebildiklerini hatta algılayabildiklerini düşündünüz mü? Ağaçlar… Bu fındık ağacı, şu kızılağaç. Hiçbirinin acelesi yok. Oysa bizler etrafta koşturup yaygara koparıyoruz ve sıradanlığımızı haykırıyoruz. Çünkü iç doğamıza güvenmiyoruz. Sürekli şüphe içerisindeyiz ve telaşlıyız. Durup düşünmeye vaktimiz yok”

Andrey Tarkovsky